GÜNCEL HABERLERÜlke EkonomileriYATIRIM&FİNANS

Dünya Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme

Bütçe-8

DÜNYA EKONOMİSİ

YUSUF KELEŞ Hesap Uzmanı IMF’nİn Görevİ Para PİyasalarInda İstİkrarI SaĞlamak OlmalI; (IMF’nin Gelecekteki Görevi?) John Grieve Smith IMF’ deki görev değişimi, Uluslararası Para Fonunun gelecekte oynaması gereken rolün tartışılması için uygun zemini sağlayabilir. IMF’nin rolü yıllarca sadece finansal açıdan zor duruma düşen ülkeleri kurtarmak veya kalkınmaları için finansal desteğe ihtiyaç duyan ülkelere yardım etmek olduğu kabul edildi. Ancak daha geniş bir açıdan irdelendiğinde Fonun uluslararası piyasalarda bir koruyucu, düzenleyici olarak hareket etmesinin gerektiği öngörülebilir . Fakir ülkelere kalkınmaları için yapılan finansal yardımların anlamlı olduğu söyleyebiliriz. Ancak sermayenin kaçışı ve döviz kurlarının düşmesine sebep olan finansal kriz ortamında IMF ile krize giren ülkelerin durumu birlikte değerlendirilmeli. Zor duruma düşmüş panik halindeki bir borçlunun mevcudiyetinde yine panik halinde bir alacaklının bulunacağı ve değer kaybeden her para biriminin karşısında yine değer kazanan bir para biriminin olacağı açıktır. 1997 Asya krizinin bir sebebi de altı ay ve daha kısa vadeli borçlanmaların uzun vadeli borçlanmalar içindeki yüksek oranıydı. Güven ortamının kaybolması ile birlikte kreditör bankalar söz konusu borçları yenilemeye yanaşmadılar ve krize sebebiyet verdiler. Böyle bir problemin ileride de ortaya çıkmaması için sadece borçlu ülkelerin daha dikkatli ve tedbirli davranmasını sağlamak yeterli olamaz. Bu sorunun uluslararası piyasada basiretli bir borçlanma rejimi kurmaya çalışanların da bir sorunu olduğu açıktır. Benzer bir yaklaşım döviz kurları içinde uygulanmalıdır. Çünkü döviz kurları bakımından da ülkelerin ticari ilişkilerinin ve finansal bağlantılarının mevcut olduğu diğer ülkeler arasında karşılıklı bir ilişki söz konusu. Hassas kambiyo rejimine sahip bir ülkenin, güçlü dövize sahip ülkelerden ve IMF’den yardım almadan kendi döviz kurlarını istikrara kavuşturması oldukça zor bir halde. IMF şu anda kriz ortaya çıktıktan sonra ülkeleri kurtarmaya gelmekte, ancak IMF krizler ortaya çıkmadan önce döviz kurlarında istikrarı sağlamak amacıyla bir şeyler yapmalıdır. Uluslararası döviz kurlarının istikrarına en büyük tehditin Amerikan Dolarının bıçak sırtı durumu olduğunu söyleyebiliriz. Amerika’nın ödemeler dengesi açığının dengelenmesi Amerikanın sürekli olarak yabancı yatırım alması ve diğer ülkelerin döviz rezervlerinin Amerikan doları cinsinden tutulması halinde mümkün olmakta. Güven ortamının kaybolması Amerikan dolarının değer kaybına ve finansal piyasaların gerilemesine neden olmakta. Doların bu hassas durumu diğer güçlü döviz kurlarını (Euro,Yen, Paund gibi) Amerikan Merkez Bankası ile görüşmeler yapmaya ve eskiden olduğu gibi döviz kurları konusunda yeni bir anlaşma yapmaya yönlendiriyor. Ancak bu seferki sıkıntı düşük talepten şikayet eden Japonya ve Euro bölgesinin, paralarının değerlenmesini değil aksine değer kaybetmesini istemelerinden kaynaklanmakta. 1930’larda yaşandığı gibi bugün de ülkelerin karşılıklı rekabete yönelik devalüasyonlar yapma tehlikesi söz konusu. IMF böyle bir durumu önlemek için üzerine düşen görevi yerine getirmek zorunda. Piyasalar globalleştikçe dalgalı kur politikasının tarihi bir hata olduğu görülmekte. Krizler nedeniyle verdiği zarardan başka, dengesiz ve istikrarsız kurlar uluslararası firmaların yatırım planlarını rasyonel yapmalarına engel olmakta. Para birliklerinin (birbirlerine entegre ülkelerin oluşturduğu Euro bölgesinde olduğu gibi) söz konusu soruna yönelik uygun bir çözüm olabileceği söylenebilir. Daha istikrarlı döviz kurları için hem yerel hem de uluslararası anlamda eşzamanlı çalışmaların yapılması gerekmekte. Yerel anlamda Euro, Latin-Kuzey Amerika ve Chieng olarak ifade edilebilen Asya bölgelerinin uluslararası döviz kurlarını düzenlenme çabaları faydalı olacaktır. Böyle bir sistemin yönlendirilmesi ve sözkonusu üç bölgenin koordine edilmesi bakımından IMF’ye büyük görev düşeceği ortada. Kurulacak böyle bir rejimde IMF kendi kuruluş amacından daha kapsamlı bir amaç çerçevesinde hareket edecek ve bu çerçevede IMF uluslararası piyasanın ve döviz kurlarının istikrarı için daha aktif rol oynayacaktır. Schröder Alman BankalarInIn BİrleŞmelerİnİ İstİyor Alman başbakanı Frankfurtta düzenlenen Bankacılık Konferansında yaptığı konuşmada Alman özel bankalarının uluslararası para piyasalarında rekabet edebilmeleri için birleşmeleri gerektiğini söyledi. Almanya’nın en büyük özel sektör bankası Deutche Bank’ın, bireysel bankacılık alanında ülkenin en büyük bankası olan Postbank ile ilgilendiği bir süreçte başbakanın böyle bir açıklamada bulunması tesadüf olmamalı. Schröder Almanya’nın bankacılık alanında diğer Avrupa ülkelerinin gerisinde kaldığını düşünüyor.Bu nedenle de uluslararası alanda rekabet edebilir Alman bankalarının bir şekilde oluşturulması gerektiğini ifade etmekte. Schröder’in çıkışının Alman bankacılık sektörüne yabancı bankaların ilgi duyduğu ve yabancıların Alman bankalarını ele geçirmelerinin engellenmesi gerektiği şeklinde tartışmaların yapıldığı bir ortamda olması oldukça manidar. Yabancıların Alman bankaları ile ilgilenmesine en çarpıcı örnek olarak CitiBank’ın Almanya da büyümeyi düşündüğünü ilan etmesi ve Deutche Bank ile olası satın alma süreci konusunda toplantılar yapması gösterilebilir. İngİltere Faİz OranlarInda Yenİden ArtIrIma Gİdİyor Para Politikası Komitesinin faiz oranlarının konu edileceği toplantısında faiz oranlarının %4.25’e kadar artırılabileceği tahmin edilmekte. Bu artış geçtiğimiz Kasım ayından beri İngiltere’de yapılan üçüncü faiz artırımı olacak.Bu artış ile birlikte İngiltere ile Euro bölgesi arasındaki faiz oranlarındaki makas 2000 yılından beri en yüksek seviyeye çıkacak. İngiltere Merkez Bankası, dört büyük merkez bankası arasında 2000 yılından beri faiz oranlarını artıran tek banka olarak göze çarpıyor. Para piyasaları bankanın faiz oranlarını tedricen yıl sonuna kadar %4,75’e, 2005’in sonuna kadar da %5’e ve 2006’nın sonu itibariyle de %5,25’e kadar artıracağını öngörmekte. AIRBUS Japon PazarInda Büyümek İstİyor Avrupalı uçak üreticisi Airbus Grubu Japonya’da en büyük rakibi Boeing’in %80 oranında pazar payına karşılık sadece %20 oranında bir pazar payına sahip durumda. Boeing grubunun Japon pazarındaki 50 yıllık hakimiyetine rağmen, Airbus Grubu Japonya bölümü başkanı Patrick Carral pazar paylarını %50’e çıkarabileceklerini iddia etmekte. Airbus A380 Süper Jumbo’nun Japon kargo firmalarının filolarına dahil olması için lobi yapmakta ve bunun içinde Japon ağır sanayi temsilcileri ile iyi ilişkiler kurma çabası ile yaklaşık 15 Japon tedarikçi ile sözleşme imzalamaya hazırlanmakta. Airbus’ın Japon pazarında büyümesinin önündeki en büyük engel ise rakibi Boeing’in pazara 50 yıldır hakim durumda olması ve Japon askeri gücünün ana tedarikçisi durumunda olması olarak görülmekte. Japonya ve Boeing’in askeri anlamdaki birlikteliği Boeing’e büyük bir avantaj sağladığı şüphesiz. Ekonomİnİn Düzelmesİyle Japonya Dolar AlImInI Durduruyor Para otoritelerinin son yedi ay içinde para piyasalarına müdahaleyi ilk kez durdurmasıyla Japon hükümetinin Yenin değer kazanmasını engellemeye yönelik çabalarının sona erdiği söylenebilir. Bu yıl para piyasalarına müdahale için yaklaşık 15.200.000.000 Yen harcandı, ancak Japon ekonomi bakanı mart ayından itibaren dolar alımının yapılmadığını ifade ediyor. Müdahaleye son verme kararı Japon politikacılarının ülke ekonomisinin uzun süren deflasyon ortamını aştığına olan inancını gösteriyor. Bu karar ayrıca Amerikan hükümeti ile gerginliğe sebep olan ihracatı teşvik amacıyla izlenen düşük kur politikasından da vazgeçileceğinin işaretini vermekte. Bunun yanında Amerika kökenli menkul kıymet ve fonların alımının durdurulması amerikan hazine bonoları üzerinde olumsuz bir etkiye sebebiyet vereceği kuşkusuz. UBS CezalandIrIlacak İsviçre’nin en büyük bankası olan UBS’in Washington tarafından kara listeye alınan ülkelere Amerikan Merkez Bankası ile aralarındaki sözleşmeye aykırı olarak Amerikan Doları dağıtımı yapması sebebiyle ciddi cezalar alması ve hakkında yaptırımlar uygulaması söz konusu. UBS olayın ortaya çıkması ile birlikte 6 çalışanını işten çıkardı ve bir çok çalışanını da ağır disiplin cezası ile cezalandırdı. UBS, sözkonusu çalışanlarının menfaat gözeterek bu duruma sebebiyet vermediğini ancak ortada ciddi bir ihmalin söz konusu olduğunu ifade etmekte. UBS, Amerika dışında Amerikan Merkez Bankası ile olan sözleşmesi gereği yıpranmış, eski banknotları toplayan ve yeni banknotları piyasaya sürme yetkisine sahip birkaç bankadan biri. Oldukça gizli ve güven içinde yapılması gereken bu ticaret düşük kar marjı ile yüksek miktarlarda yapılıyor. UBS Genel Müdürü söz konusu olay ile ilgili olarak Amerika ve İsviçre Merkez Bankaları ile birlikte yakın bir çalışma yapıldığını ifade ediyor, olayda İsviçre kanunlarının ihlalinin söz konusu olmadığını ancak Amerikan Merkez Bankası ile aralarındaki sözleşmenin ciddi bir ihlalinin mevcut olduğunu belirtiyor. Reformlar YavaŞladIkça Brezİlya Gerİlİyor Brezilya hükümetinin senatoda ekonomik reformları yapabilme gücünü gösteren bir oylamayı kaybetmesi endişeye neden oldu. Brezilya borsa endeksi , Bovespa Index yılın başından beri %12 gerileme gösterdi. Senato hükümetin hazırladığı ve bir kısım kumar oyunlarını yasaklayan bir kanun tasarısını reddetti. Hükümeti söz konusu yasağa yönlendiren olay ise kısa süre önce ortaya çıkan kumar bağlantılı bir finansal skandal. Söz konusu kanun tasarısı hükümetin senatodaki desteğini göstermesi bakımından önemli. Hükümetin asgari ücret konusunda da aynı akıbete uğramasından korkuluyor . Hükümet kamu harcamalarını dizginlemek ve IMF’nin bütçe hedeflerini tutturmak için asgari ücrette %8,3 oranında bir artış yapmayı düşünüyor. Ancak muhalefet hükümetin düşündüğü oranın en az iki katı oranında bir artış istiyor. Petrol fiyatlarının sürekli artması ve Amerika’daki faiz oranlarının belirsizliği de piyasadaki duyarlılığı artıran ayrı bir unsur olarak göze çarpmakta. A.B. ve Belçİka Vergİ Muafİyetİnde AnlaŞIyor Avrupa Birliği Rekabet Kurulu ile Belçika hükümeti ülkedeki çokuluslu şirketlere sağlanan vergi muafiyetlerinin kaldırılması konusunda anlaşmaya vardı. Avrupa Birliği Rekabet Kurulu’nun öngördüğü plan ile çokuluslu şirketlerin finansal faaliyetlerinde kullandıkları koordinasyon merkezlerine sağlanan belli başlı bazı vergi avantajları Avrupa Birliği açısından kanun dışı devlet yardımı sayılacak. Belçika hükümeti sermaye transferlerinde uygulanan vergi oranlarını tüm Belçika şirketleri için düşürecek. Anlaşmadan önce düşük vergi oranları sadece lisanslı koordinasyon merkezlerine sağlanmaktaydı. Ayrıca plana göre temettü ve faiz üzerindeki vergiler sadece şirket merkezleri için değil tüm şirket birimleri için uygulanacak. Plan öncesinde vergi muafiyetlerinden yaklaşık iki yüz kadar yabancı şirket yararlanmaktaydı. Merkez BankalarI UyarIyor Dünya çapındaki merkez bankaları yetkilileri varil petrol fiyatının 1990 Ekim ayından beri ilk kez 40 $ seviyesine yükselmesinin enflasyona sebep olacağını iddia ediyor. Petrol fiyatları bu yıl %22 oranında artış gösterdi. Orta Doğuda artan gerilim sebebiyle petrol fiyatlarının daha da fazla artmasından korkuluyor. Dünya borsaları enflasyon korkusu ve yükselen faiz oranları sebebiyle gerilerken Dow Jones Sanayi Endeksi ilk seansında yaklaşık %1 gerileme gösterdi. İngiltere Merkez Bankası da enflasyonu kontrol altında tutmak için faiz oranlarını %4,25’e yükseltti. Avrupa Merkez Bankası faiz oranlarını %2 seviyesinde tutmaya çalışırken, Bankanın başkanı Jean-Claude Trichet fiyat artışlarına dikkat çekmekte. Yükselen petrol fiyatlarının fiyat istikrarı bozabileceğine, bunun da Euro bölgesinde enflasyonu %2 seviyesinden yukarı çekebileceğini ifade ediyor. Amerika Merkez Bankası Başkanı Greenspan, petrol fiyatlarındaki artışın Amerikan ekonomisine ciddi zararlar verebileceğini, yatırımcıların risklerini azaltmalarına imkan sağlayacak şekilde faiz oranlarında artırıma gidilmesinin gerektiğini ifade ediyor. Yükselen petrol fiyatları konusunda Tony Blair petrol üreten ülkelerle temasa geçeceğini söylerken, Avrupa Merkez Bankası Başkanı da petrol üreten ülkeleri petrol fiyatları konusunda sorumlu davranmaya davet etti. Ancak Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü petrol fiyatlarının artışını önleme adına örgütün yapabileceği bir şey olmadığını söylüyor. İran’ın OPEC’ deki temsilcisi de Orta Doğudaki güvenlik sorununun ve Amerika petrol piyasasındaki sıkışıklığın petrol fiyatlarında varil başına 6 dolar artışa sebep olduğunu iddia ediyor. İsvİçre A.B.’nİn Vergİ Tedbİrlerİnİ Engellİyor Avrupa Birliği’nin yaklaşık sekiz yıldır üzerinde çalıştığı ve vergi kaçağına karşı sıkı tedbirler içeren plan İsviçre’nin karşı çıkması sebebiyle tehlikeye girdi. Avrupa Birliği ülkeleri geçtiğimiz yıl banka bilgilerini, sırlarını paylaşma ve mevduat üzerindeki vergi oranlarının artırılması konusunda anlaştılar.Ancak İsviçre -üçüncü ülkelerle yaptığı anlaşmalarda olduğu gibi- vergi kaçağını iddia edilerek banka bilgilerinin,sırlarının paylaşılması teklifini reddediyor. Luksemburg ve İtalya bunun haksız bir tutum olduğunu ve bankacılık sektörlerine zarar vereceğini ifade ederken, İngiltere ve Almanya’nın mevduatın ülke dışındaki bankalara yatırılması sebebiyle milyarlarca euro vergi kaybına uğradıklarını iddia etmeleri de İsviçre’nin bu tutumunun nedenleri hakkında bir fikir verebilir. İsviçre’nin bankacılık bilgilerini paylaşmaya zorlanmaması bankacılıktaki güven ve gizlilik imajını güçlendireceğe benziyor. İsviçreli yetkililer de ülkelerinin bankacılık alanında uyguladığı gizliliğe herhangi bir girişim ile zarar verilmemesi gerektiğini savunuyorlar. Telia Sonera Turkcell’le İlgİlenİyor İskandinav telekom şirketi Telia Sonera, Türkiye’nin en önemli şirketlerinden ve en büyük GSM operatörü Turkcell’in kontrolünü ele geçirmek istiyor. Telia Sonera, Turkcelldeki ortağı Çukurova Grubu ile yönetim kurulundaki oy hakkı ve şirketin faaliyet planları konusunda uzun zamandır anlaşmazlık içinde. Telia Sonera’nın CEO’su Anders İgel, Turkcellin bir başarı öyküsü olduğunu ancak Turkcell etrafındaki belirsizliğin ve Çukurova Grubunun mali durumunun Turkcell için problem oluşturduğunu söylüyor. Igel, Turkcell’in kendileri gibi güçlü bir GSM operatörü ile daha yakın ilişkiler içinde olmasının, Turkcell’in istikrarına yönelik iyi bir işbirliği olacağını ifade ediyor. Igel,Çukurova Grubunun Turkcell’i satmak istemeyeceğini bildiklerini ancak Turkcellin kontrolünü ele geçirmek için başka bir yolun olup olmadığını araştırdıklarını belirtiyor. Turkcell’in %51 oranında hissesine sahip olan Turkcell Holding’in %47’si Telia Sonera’ya, %53’ü Çukurova Holdinge ait durumda. Ancak Telia Sonera Çukurova Grubuna ait Yapı Kredi Bankasının durumu nedeniyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonununda bulunan Turkcell hisselerini almaya niyetli görünüyor. Türk BorsasI Global DüŞüŞe Meydan Okuyor İ.M.K.B. 20 Mayıs Perşembe günündeki performansıyla dünyadaki negatif trendi umursamadığını gösterdi. Borsa 19 Mayıs tatilinden umutlu dönerek, petrol fiyatlarının artışına ve global marketlerdeki negatif havaya rağmen kuvvetli alım gerçekleştirdi. Borsa 20 Mayıs performansıyla %1,3 yükselerek 16.334 puandan kapandı. Yenİ Üyelerİn Avrupa BİrlİĞİ’ne Gİrmesİ Vergİler Üzerİndekİ TartIŞmalarI IsIndIrdI 10 yeni devletin üye olması Avrupa Birliği liderlerinin soğuk savaşın son bölümüne yaklaşmalarını sağlamasının yanı sıra, yıllardır devam eden Avrupa Birliği’nin vergi politikaları konusundaki ideolojik cepheleşmede de yeni bakış açıları getirdi. Avrupa komisyonu gibi, Polonyalı politikacılar ve iş dünyası liderleri de, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’in geçen hafta Wall Street Journal’e verdiği bir mülakatta belirttiği “dumping”ten kaçınmak için, şirketlerin üzerindeki vergileri artırmak zorunda oldukları yönündeki isteğini reddetti. Polonya Başbakanı Alexander Kwasniewski’nin ekonomi danışmanı Witold Orlowski, Avrupa Birliği’nin genişlemesi ile ilgili olarak düzenlenen bir konferansta Polonyada geçen yıl % 27 olan kurumlar vergisi oranlarının % 19’a düşürülmesi ile ilgili bir sorun olmadığını söyledi. Orlowski, büyümemizi yavaşlatmaya çalışan teşebbüsler olacaktır dedi. Orlowski, Almanya’da işini kaybedenlerin eleştirisi ile karşılaşan Schröder’in bir kaç ay içinde yeni giren üyeler üzerinde baskı yapacağını tahmin ediyor. Orlowski şu anda % 38 ile Avrupa’nın en yüksek vergi oranına sahip olan Almanya’nın üzerinde iç kamuoyunun baskı yapacağını tahmin ediyor. Yeni giren üyelerden önce 15 Avrupa Birliği ülkesi arasında vergiler konusunda bir bölünme vardı. Fransa ve Almanya adil olmayan vergi rekabetinin önlenmesi için Avrupa Birliği içinde vergilerin uyumlaştırılmasını istiyordu. Fakat İngiltere, İrlanda ve kamu sektörü küçük olan diğer ülkeler rekabet sağlıklıdır diyerek bu görüşe karşı çıkıyorlardı. Genişleme Avrupa’nın merkezi ekonomik tartışmasının dengesini değiştirdi. Yeni üye ülkeler, Avrupa Birliği kurallarının yabancı yatırımcılara tanınan özel indirimleri şirketlere ilişkin vergi oranlarının, kademeli olarak azaltılması istemekte. Geçen yıl boyunca Çek Cumhuriyeti kurumlar vergisi oranlarını % 31’den % 28’e, Macaristan % 18’den % 16’ya, Litvanya % 19’dan % 15’e ve Slovakya % 25’den % 19’a indirdi. Doğu Avrupalı yetkililer Dünya Ekonomik Forumu Konferansı’nda, Avrupanın geri kalanını yakalayabilecek büyüme oranlarına çıkabilmek için tek yolları bu olduğundan vergilerin daha da düşürülme ihtimalinin az olduğunu ifade ettiler. Bu aynı zamanda ne çeşit bir ekonomik modelin Avrupa Birliği’ni güçlendireceği ve büyümeyi hangi vergi politikalarının sağlayacağı konusunda bir tür ideolojik çatışma. Almanya, Fransa ve Kuzey ülkelerinin hepsi yüksek kamu harcamaları yoluyla büyümenin teşvik edildiği yüksek vergi oranlı ülkeler. İrlanda düşük kurumlar vergisi oranına sahip ve Avrupa Birliği yardımları çok büyük miktarda yabancı yatırımı çekiyor ve on yıl boyunca çift haneli büyüme oranlarını teşvik eder nitelikte. Schröder’in meydan okumasına rağmen İrlanda ve Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi yeni üyelerin girişini desteklemekte. Bazı ekonomistler düşük vergilemenin büyümeyi teşvik etmekte çok önemli bir araç olduğuna hatta İrlanda örneğinde olduğu gibi yeni üyelerin Avrupa Birliği bütçesinden tükettiklerinden çok daha katkı sağlayacağına inanıyorlar. Bir çok Alman, Birliğin büyümesi sonucunda işlerini kaybetmekten ve gelir seviyelerinin düşmesinden korkuyor. Benzer bir şekilde Fransa Başbakanı Jacques Chirac’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş için henüz hazır olmadığını söylemesi de iç politikaya dönük. Chirac’ın merkez sağ koalisyonu bölge seçimlerini çok kötü bir şekilde kaybetti ve Haziran’daki seçimler de benzer bir yenilgi ile sonuçlanacağa benziyor. Daİresellİk Hİçbİr Zaman Sonucu Bellİ Bahİs DeĞİldİr Bir ay önce Amerikan istihdamındaki dev artış yatırımcıları ekonominin bu yukarı çıkışından en çok sermaye hisselerinin yararlanacağına inandırmıştı. Şu an sadece Amerikan Merkez Bankası daha yüksek faiz oranlarına ihtiyaç duyulduğunu ima etmekle kalmıyor, Çin Hükümeti de ekonomiyi soğutmak istediklerinin sinyalini vermeye başladı. Sonuç; sermaye hisselerinin dairesel tekrarlılığının, sonucu bilinen bir bahis olmadığı. Bunun sonucunda hisse senetlerindeki olumlu fiyat nedeniyle beklenenden çok elde edilen kazanımlar bir ya da iki günde kaybolabiliyor. İnsanlar artık çok daha temkinli. Oyun klasik bir dairesel iyileşme olarak oynanmıyor ve buna şüphe ile bakılıyor. Stratejistler henüz yatırımcıların, yatırım portföylerinde büyük değişiklikler yapmadıklarını söylüyor. Yatırımcılar Amerikan Merkez Bankası’nın politika yapıcılarının toplantılarından yeni görüşlerinin çıkmasını ve aylık Amerikan işsizlik rakamlarının açıklanmasını bekliyorlar. Amerikan Merkez Bankası’nın faiz oranlarını yakın zamanda hareket ettirmeyeceği beklenirken, yatırımcılar ekonomideki değerlendirmelerde herhangi bir degişiklik olup olmadığına bakıyorlar. Amerİkan Hazİnesİ FiyatlarI YukarI Çektİ Amerikan Hazine Tahvillerinin fiyatı yükseldi. Piyasa imalattaki iyi haberler içeren bir rapordan dolayı seans öncesinde baskı ile karşılaşmıştı. Kendi bölgesindeki imalat faaliyetlerini ölçen Şikago Satın Alma Yönetim İndeksi Mart’taki 57,6 oranından, Nisan’da 63,9’a yükseldi. Şikago verileri sıklıkla Ulusal Arz Yönetimi Enstitüsü’nün verilerinin ilk işareti olarak görülür. Şikago raporu Michigan Üniversitesi tarafından tüketici duyguları ile ilgili yapılan güvenilir bir anketle de doğrulandı. Bu iki rapordan önce Hazine, Amerika Ticaret Bakanlığı’nın Mart ayındaki tüketici harcamalarında % 0,4 artış açıklamasından sonra, katı bir deklarasyon açıklamak niyetindeydi. Kişi başına gelir beklentiler doğrultusunda Mart ayında % 0,4 arttı. Amerİkan Merkez BankasI BaŞardI Bir çok yönden, şu an Amerikan Merkez Bankası’nın faiz oranlarını yükseltmesi için en uygun ve en mantıklı zaman. Bununla birlikte bugün Amerika’da kasım 2001’deki iktisadi durgunluk döneminde daha fazla sayıda ve daha güçsüz özel sektör firması var. Ve çoğunun cesareti kırılmış ve uzun süre resmi iş gücü toplamına yansımayan okul ya da evinde anne ve babası ile olan genç insanlar ordusu daha iyi bir iş bulabilmek için bekliyorlar. Hepsinin üstünde sıcak bir başkanlık yarışı Amerika’nın önünde ve bu da çoğunlukla ekonomi ile ilgili olacak. Endişeye kapılmayın, Amerikan Merkez Bankası ekonomi yukarı doğru büyümek için denge sağlayana dek faiz oranlarını artırmayacak. Dahası, enflasyon onun elleri ile güçlendirilmeyecek. Amerikan Merkez Bankası’nın politika yapıcıları, enflasyonun durağanlaşacağına olan inancın, kendilerinin daha önceki deflasyon riski endişelerini rahatlattığını ifade ettiler. Ayrıca ekonominin de tam istihdamdan uzak olduğunu söylediler. Fakat ekonomi geçen yıl olduğu gibi beklentilerden daha iyi çıktı. Amerikan Merkez Bankası gibi, yatırımcılar da piyasanın kokusunu yakalayamadılar. Amerikan Merkez Bankası yetkilileri daha az “hasta” gözüküyorlarsa bunun nedeni kemer sıkmayı gerektirmeyecek büyüme değil, ekonominin etkileyici hızını görmeleridir. Eğer hem yatırımcılar hem de Amerikan Merkez Bankası sıkı para politikası görüşlerini yükselişle değiştirecek gözükürlerse, bu durum geçen yıl boyunca tahmin edilenin üzerinde bir Amerikan ekonomisi performansını, beklenenden daha hızlı üretim artışını ve beklenen enflasyondan daha az enflasyona neden olacaktır. Yeni veriler de ekonominin gücünü doğrularsa, Amerikan Merkez Bankası’nın parasal uyarıcıları geri çekme bakış açısı hem daha az tehlikeli ve hem de daha doğru dürüst görülecektir. Amerikan seçimlerinin de geliyor olması Amerikan Merkez Bankası’nın uygun politikaları getirmesinde de cesaretini kırmaktadır. Amerikan ekonomisinin son 2,5 yıldır, 2003 ortasından beri yıllık bazda % 5’den fazla olarak büyümesine rağmen büyümenin hızı ve sürdürülebilirliği konusunda şüpheler bulunmaktadır. İstihdam artışının görülmemiş derecede büyük olan verimlilik artışından kaynaklandığına olan inanç büyüyor. Analistlerin şüphelerine rağmen büyümenin güçlü işaretleri görülüyor. Eğer istihdam artışı gelecek çeyrekte aylık 200.000 veya daha fazla olursa büyüme tahminleri 2005 için % 4’ten % 5’e çıkarken, 2004 için de % 5’ten fazlaya çıkacaktır. Büyümedeki yukarı çıkış eğilimi, enflasyon baskılarının da yok oluşuyla birlikte sıkı para politikasının devam ettirilmesini zorlaştıracaktır. İhracat Vergİsİ DelİlİĞİ 2000 ve 2002 yıllarında Dünya Ticaret Örgütü’nde Amerikan para yardımına rağmen davalarını kazanan Avrupa Birliği, seçili Amerikan ihracatlarına % 7 cezalandırıcı tarife uygulanması ve bunların ayda bir %1 oranında yükselmesi için uğraşıyor. Yapılması istenen düzenlemeler seçim yılında siyasi acılara neden olacak yiyecek, oyuncak, tekstil ve makineleri hedefleyen alanları düzenliyor. En sonunda 92 iş grubu vergi yasalarında değişik isteklerini bildirdiler ve yasa yapıcıların bir şeyler yapması için 3 yıldan fazla zamanları vardı. Fakat üyeler sorunu çözmek yerine destansı vergi indirme savaşları için birbirleri ile dövüşüyorlar. Başkan Bush’un 2003 yılı vergi kesintisinden önce yapılan bir OECD çalışması ülkedeki kurumlar vergisinin endüstriyel dünyada en yüksek ikinci vergi olduğunu gösterdi. Sadece Japonya’da şirketlerden alınan vergiler daha yüksekti. Amerika’daki vergi oranı ise %40. Dünyadaki eğilim ise Avrupa da bile vergi oranlarının azaltılması şeklindedir. Geçen yıl Polonya, Slovakya, Portekiz ve Ukrayna kendi vergi oranlarını düşürdü. OECD ülkelerinde (2003’de % 30,9 iken) kurumlar vergisi oranlarının ortalaması % 29,96’ya ve Avrupa Birliği’nde % 31,32’ye düştü. Hiç şüphesiz birçok şirket Amerikan vergi oranlarından kaçınmak için merkezlerini başka ülkelere alıyor veya yabancı uluslararası şirketlerce satın alınıyor. Kurumlar vergisinin % 32 olması hala yüksek bir oran olmasına rağmen bir başlangıç olacaktır. Senato’nun kanun tasarısı ise, zıt olarak korumacılığın tuzağına kaymaktadır. Bu tasarı şirketlerin deniz aşırı işlemlerindeki karının belirli bir oranına göre cezalandırıcı bir vergi konulmasını istemektedir. Ve bu yolla şirketlerin içeride daha çok yatırım yapması sağlanmaya çalışılacaktır. Fakat vergi analizcilerinin ifade ettiği ise yasa yapıcılarının önündeki asıl sorunun dünyanın herhangi bir yerindeki iş fırsatlarının avantajlarından Amerikan firmalarının mı yoksa yabancı firmaların mı yararlandırılacağıdır. Geçen 40 yıl boyunca Amerikan vergi yasaları, Amerikan işgücünü koruma adı altında şirketlerin yurt dışında kar elde etmelerini cezalandırdı. Bu yanlışı yapmamak Kongre’nin elde etmeyi istediği gibi yeni iş imkanları yaratmayı sağlayacaktır. YatIrImcIlar AB’ nİn Yenİ AdaylarIna BakIyorlar Geçen hafta Avrupa Birliği’ne yeni 10 üyenin girişiyle ilgili büyük bir gürültü olsa da, bu durum yatırımcılar açısından önemli fırsatlar olarak yorumlanmıyor. Bu nedenle bölgeyi en iyi bilenler karlarını daha yeni toplamışken bir sonraki rauntta AB üyesi olabilecek olan adaylarla, özellikle de Bulgaristan ve Türkiye ile ilgileniyorlar. Tabii ki buralara yatırım yapmanın bazı zorlukları var. Buna rağmen zamanında yer kapmak çok karlı olabilir. Tarihte de görüldüğü üzere, yatırım için en iyi zaman anılan ülkelerin AB’ye davetinden hemen önceki dönem. Avrupa Birliği’ne girmenin asıl karı o ülkenin yargı sisteminden, ticaretinin açıklığına kadar her şeyinin uyumlaştırılması için reformların başlamasıdır. Bu hazırlık çalışmasının sonucu da daha güçlü bir ekonomi ve yatırım iklimi için daha az risktir ki bu ikisi daha güçlü para birimi ve daha güçlü sermaye piyasalarını ortaya çıkarmaktadır. Tabi ki yeni Avrupa Birliği’ne giren üyeler blok içinde yer alan ülkelerin iki katından fazla büyüme oranları ile güçlü bir ekonomik bekleyiş ortaya koyuyorlar. Fakat Avrupa Birliği’ne yeni giren 10 ülkeye daha yeni bakan yatırımcılar için kolay paralar zaten kazanıldı. Son beş yıl içinde sermaye piyasaları Slovakya’da ikiden daha fazlaya katlanırken, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’da neredeyse iki katına çıktı. Slovenya’da % 160 arttı.. Bu piyasalarda oynamak yatırımcılar için hiç de kolay değil. Yatırım imkanları kısıtlı ve Polonya ve Macaristan gibi daha geniş piyasalara odaklanma eğiliminde. Romanya ve Bulgaristan 2007 yılında birliğe girme yolunda. Hırvatistan bunlardan daha sonra girebilir. Bunların içinde en gözde olan yabancı sermayeyi ülkesine çekebilmek için tüm doğruları yapan Bulgaristan daha ön plana çıkıyor. Ancak dikkat edilmesi gereken diğer nokta bu piyasaların çoğunun ufak olduğudur. Dünya Bankasının 2001 yılı verilerine göre bu ülkeler içinde en geniş sermaye piyasalarına sahip olan Hırvatistan’ın toplam sermaye piyasalarının hacmi 3 milyar dolardan daha azdır. Avrupa Birliği’ne üyelik için çabalayan fakat politik ve kültürel engellerle karşılaşan Türkiye hala bloğa giriş konusunda on yıllık uzaklıkta. Ukrayna da benzer biçimde çok büyük fayda sağlayabilecek olmasına rağmen üyeliğe dahil olması Türkiye’den de daha uzakta gözüküyor. Yatırımcılar için işin püf noktası bu piyasaların herhangi birinden kazanç sağlamanın yollarının nasıl olduğunun bulunabilmesidir. Türkiye dışında bu kolay bir şey değildir. Ortaklık fonlarının hiç biri örneğin Bulgaristan veya Romanya gibi piyasalara özel olarak odaklanmaz. Newyork Borsa’sında işlem gören bir ortaklık fonu olan Türk Fonu, Türkiye’de yatırım yapan fonlardan bir tanesidir. Morgan Stanley’den Ahmad Zuatier Avrupa Birliğinin Türkiye’nin birliğe girmesinden dolayı bir sorunla karşılaşmayacağı söylüyor. En büyük karların daha sonraki yıllarda ortaya çıkacağını, esas eğlenceli tarafın da bu olduğunu söyleyen Zuatier, bu durumun ortadan kayboluyor gibi olduğunu ve dikkatli olunması gerektiğini de ekliyor. Gerçekten de geçen yıl boyunca Türk Sermaye piyasaları neredeyse ikiye katladı. Greenspan Bütçe AçIĞInIn Amerİkan Ekonomİsİnİ Tehdİt EttİĞİnİ Söyledİ Amerikan Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan Amerikan bütçesindeki açığın ülke ekonomisinin dengesini tehdit ettiğini söyledi. Yüksek iç borçlanma düzeyi ve büyük ticaret açığını piyasalar da doğrularken, Şikago Merkez Bankası’nın düzenlediği bankacılıkla ilgili bir konferansa katılan Merkez Bankası Başkanı bunun kesin nedeninin mali açlıktaki boşluk olmadığını söyledi. Grennspan, “bütçe açığı, piyasaların dengeye gelmesine imkan vermemesi nedeniyle mali durumumuzun uzun dönemli dengeye ulaşmamasında en belirgin engeldir” dedi. Bush yönetimi daha önceden 2004 yılı bütçe açığının 521 milyar dolar olarak beklendiğini açıklamışlardı. Fakat hükümet yetkilileri 400 ile 475 milyar dolar arasında, beklenenden daha düşük, bir açık tahmininde bulunuyorlar. Greenspan’ın en büyük ilgisini çeken nokta da şu ki; bu on yılın sonunda nufüs patlamasının olduğu dönemde doğanlar emekli olacağı ve Sosyal Güvenlik ve Sağlık harcamaları artacağı için bütçe açığı çok keskin bir biçimde yükselecek. “Ekonomik büyüme dünya çapında teknolojik üstünlük, sermaye hareketlerinin özgürlüğü ve serbest ticareti getirecektir” diyen Greenspan, ABD’nin büyüyen uluslararası ticaret ve ödemeler dengesi açığının da, terörist saldırılar veya hisse senedi fiyatlarının çökmesi şokları gibi ekonomik dengenin önündeki engellerden biri olduğunu da ifade etti. Tİcaret KonuŞmalarI Tarİfe TartIŞmalarIna OdaklandI Ticaret diplomatları bu hafta şeker, prinç, süt ürünleri gibi tarım ürünlerinde büyük tarife indirimleri konusunda yoğun tartışmalara başlayacak. Çabalar tarım ürünlerine global ticaret engelleri getirilebileceği, fakat bunların çok gelişen ve gelişmiş ülkelerin uzlaşmaya varması ile belirlenmesi gerektiği yönünde. Tarım piyasalarında bu yönde korumalar olan Avrupa, Norveç, Japonya, Hindistan ve Mısır en büyük tehdit altında olan ülkeler. Örneğin Japonya’da bu tür tarifeler Çin’den gemilerle gelecek ucuz prinç korkusu nedeniyle pirinçte neredeyse % 500 oranında. Hindistan’da kendi gelişmemiş çiftçilerini korumak amacıyla getirilen bu tür tarım tarifelerinin ortalaması %100’den fazladır. Zamanın fazla olmaması da uzlaşmanın önündeki en büyük engellerden biri. Pariste 2 gün süren konuşmalarda 29 ticaret bakanı hem para yardımları hem de tarife engelleri konusunda çalışmalar yaptılar. Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Supachai Panitchpakdi, Temmuz ayında bir anlaşmaya varabilmek için, Dünya Ticaret Örgütü ticaret diplomatlarının Haziran başında stratejileri ile birlikte bir araya gelmesini ve 147 üye hükümetin de bu çalışmalar üzerinde bir karara varabileceğini söyledi. Paris’teki Ticaret Bakanları, zengin ülkelerin kendi çiftçilerini doğrudan desteklenmesi konusunda büyük indirime gidilmesi ve ihraç edilen tarım ürünlerine para yardımının azaltılması konularında aralarında anlaşabilirlerse görüşmelerin hızının, oldukça değişeceğini söyledi. Amerika ve Avrupa birliği ise tarifelerin kesilmesi konusunda yeni önerilerle gelinmesini istiyor. Brezilya Dış İşleri Bakanı ve gelişen ülkeler bloğu olan G-20 birliğinin gayriresmi başkanı olarak isimlendirilen Celso Amorim, uzlaşmaya varma şansının % 80 olduğunu söyledi. Tarifelerin indirimi konusundaki görüşmeler güçlü G-20 ülkeleri ile aralarında Avusturya ve Kanada’nın da olduğu 18 üyeli Cairn Grubu arasında yürütülüyor. İki grup da Amerika ve Avrupa Birliği’nce önerilen, şu an alternatifi de olmayan, tarım ticaretinde tarifeleri istenilen seviyede indirmeyen karmaşık tarife kesintisi önerisini reddediyor. Bir ticaret diplomatı görüşmelerin iki yönden kazancı olacağını tahmin ettiğini söylüyor. Birincisi tarife kotalarında bir artış olabilir. Böylece sınırlı sayıda ürünler için düşük tarifeler kabulüne izin verilebilir. Aynı zamanda konuşmalarda şu an en yüksek seviyelerinde bulunan tarife oranlarının nasıl uyumlaştırılabileceğine bakılabilir. JaponlarIn BatIk Kredİ AcIsI Hafİfleyebİlİr Japon Merkez Bankası Japon temel ihtiyaç maddeleri şirketlerinin karlılıklarının artması sonucunda gelecek yıl ülkenin ticari bankalarının çoğundaki geri ödenmeyen kredilerde olumlu gelişmeler bekliyor. Borçların geri ödenmesi sonucunda daha güçlenen Japon bankaları, Japonya Merkez Bankası’nın politikalarının çok daha etkili olmasını ve bunun sonucunda çok daha fazla kolaylığın oluşmasını sağlayacak. Merkez Bankası’na yakın bir yetkili birçok bankaya borçlu olan temel madde endüstrisindeki firmaların çoğunun borçlarını geri ödeyeceğini söyledi. Bunun sonucunda bankaların çoğunda kredi problemlerinin halledilmesi konusunda performans dışı bir gelişme olacağı bekleniyor. Japon bankaları bilançolarından batık kredileri çıkarmak için geçtiğimiz iki yıldır bir çalışma içindeydi fakat bahsedilen gelişmeler nedeniyle batık kredilerin ödenecek olması onları borç vermek yönünde yine iştahlandırıyor. Batık krediler 1990’ların başlarında Japonya’daki uzun süreli durgunluğun ortasında alacakların miktarının patlaması ve merkez bankasının mali sisteme nakit girişi yapmasına rağmen bankaların borç vermeyi durdurmaları ile oluşmuştu. Borç vermenin yükselmesi ekonominin iyileşmesine destek olabilir ve merkez bankasının sıfır faiz politikasını daha da fazla delecektir. Sonuç olarak batık kredilerde bir düşüş, Japonyanın iyileşmesini hızlandırabilir ve deflasyonun sonlandırılmasını ve merkez bankasının 2001 Mart’ından beri uyguladığı sıfır faiz politikasının sona ermesi gündeme getirilebilir. Merkez Bankası verilerine göre Ocak sonunda demir-çelik üreticilerinin, tekstil üreticilerinin ve kimyasal firmalarının da içinde yer alan madde endüstrisinin kullandığı krediler 12,03 trilyon yen ( 88,6 milyar Euro)’e diğer bir hesapla tüm üreticilerin kullandığı kredilerin % 22,2’sine ulaşmış durumda. Eğer büyük miktarda kredi geri ödenirse bankaların kredi dengesi iyileşebilir ve finansal durumları gelişebilir. Kredilerin geri ödenmesi sonucunda üretim dışında iş yapan küçük firmaların bankalardan kredi alarak işletme sermayelerini desteklemelerinin de yolu açılmış olacak. ALMANYA EKONOMİSİNİ NASIL HAREKETLENDİRMELİ Almanya durağanlaşmış ekonomisini kurtarmak için oyalanmaktan çok daha fazlasını yapmalı Mao gibi Schröder de kırmızı kitapçık bastırdı. Yaklaşık 6 milyon adet basılan renkli broşür, insanlara 2003 Mart’ında ortaya konan ekonomik reform paketi Ajanda 2010’un hayatlarını nasıl değiştireceğini anlatıyor. Sağlık, eğitim, istihdam, vergi, sosyal güvenlik, aile refahı, işsizlik sigortası ve emeklilik reformun belirgin alanları. Bu alanlardaki reformların temel gayesi Almanya’yı Avrupa’da en üretken, en rekabetçi ülke haline getirmek. Broşürün iddiasına göre, Almanya kabuk değiştiriyor. Hayal kırıklığına uğramış iş dünyası aynı düşüncede değil. Avrupa’nın ekonomik motoru 1990 yılındaki yeniden birleşmeden beri durgunluk içinde ve yeni büyüme sürecine girme konusunda çok az işaret var. Son on yıl içinde GSMH’si %1,4 artmış ki, bu oran AB ortalamasının yarısı büyüklüğünde ve ABD’nin %3,3’lük oranının epey altında. 1 Mayıs’taki genişlemeden önceki 15 üye içinde kişi başına gelir bakımından sadece dört üyenin üstünde yer alıyor. Bütün bunlar Almanya’nın nispi düşüşü hakkında çok şey söylüyor. Öyle ki, AB’nin son genişlemesinin bu düşüşü sona erdireceği ve ortalama geliri AB ortalamasının üzerine çıkaracağı konusunda beklentisi var. Almanya’daki durgunluğun belirleyici niteliklerinden biri istihdam artışındaki düşüklük. 1993 yılından beri istihdam artışı yıllık olarak diğer AB üyelerindeki %1,3 artışa karşılık sadece %0,2 ile sınırlı kaldı. İşsiz sayısı 4 milyon civarında ve geçen hafta yayınlanan istatistiklere bu yılın başından beri rakam 4,4 milyona çıkmış durumda. Bu arada hükümet büyümeyi arttırmak için gecikmiş bir çaba olarak daha önce kararlaştırılmış bütçe açıklarının arttırılması konusunu sorguluyor. Bütün bunların sonucu olarak yer değiştirme kabiliyeti olan bir çok Alman işletmesi yurt dışına yerleşme fikrini daha ciddi değerlendiriyor. Ana merkezleri Almanya’da olanlar dahi olabildiğince çok işgücünü yurt dışındakilerle değiştirme peşinde. Önde gelen ekonomi gazetelerinden Handelsblatt ve Düseldorf’daki danışmanlık firması Droege&Company tarafından düzenlenen ankette 3500 şirket direktörüne hükümetin ilk çeyrekteki yapısal reformlarının işlerini etkileyip etkilemediği soruldu. %75’lik kısım “şimdiye dek hayır” yanıtını verirken, %15’i olumsuz etkilediğini ifade etti. Daha önceki anketlerle karşılaştırıldığında iş merkezi olarak Almanya hakkında karamsarlığın arttığı görülmekte. Ankete katılanların %75’i iş ortamının iyileşmekten uzak olduğunu veya daha kötüye gittiğini ifade ettiler. Mart ayında, Ticaret ve Sanayi Odaları Federasyonu (DIHK)başkanı Ludwig Georg Braun, Almanya’da firmaların reformlarının Almanya’da bazı şeyleri değiştirmelerini beklememelerini ve son genişleme sürecinden sonra 1 Mayıs’ta AB’ye giren Doğu Avrupa ülkelerine yönelmelerini tavsiye etti. Schröder de bu tavsiyeye vatansever olmayan bir hareket olarak değerlendirip duygusal bir tepki verdi. Peki işletmeler neden bu kadar çabuk Almanya’yı terketme niyetindeler? Avrupa’daki en yüksek vergi oranlarını bir kenara bırakırsak, bunun cevabı Schröder’in Ajanda 2010 programında yer almayan Alman İş Kanununda gizli. Almanya işe alma ve işten çıkarma konusundaki kurallar radikal şekilde değişmediği sürece kabuk değiştiremeyecek. Şimdiye dek Ajanda 2010 bu konuda oyalanmak dışında bir şey yapmıyor. Sene başından beri çalışanların işten çıkarılma sürecinde korunmasına yönelik sıkı düzenlemelerde çok az değişiklik yapıldı. Merkezi Darmstadt’ta olan dünya çapındaki Software AG firması, geçen sene sonunda 200 kişiyi işten çıkarmak istedi. Bu konudaki yeni kurallar işi kolaylaştırsa da işten çıkarma 3 ay kadar sürdü. Aynı işlem ABD’de 2, İngiltere’de 4 hafta alıyor. Software AG insan kaynakları sorumlusu Matthias Faust’a göre süreç gittikçe iyileşiyor. Fakat işe alma sırasında Almanya’da mı yoksa işten çıkarmanın çok daha kolay olduğu diğer ülkelerdeki ofislerin mi tercih edileceği konusunda tereddütler yaşanıyor. Temel sorunlardan biri çalışanların temsilciliğinin firma içindeki pozisyonu. 1960’lı yıllarda yönetim ve çalışanlar ile birlikte karar verme ilkesi, çalışanlar ve yönetim arasında uyumu sağlayarak güçlü Alman firmalarının oluşturulmasına katkı sağladı. Fakat günümüzde bu temsilciliğin özellikle küçük şirketlerde primlerin nasıl dağıtılacağına karar verme ve AB üye ülkelerinden gelenler dahil işletmeye yabancı çalışanların yerleştirilmesine karşı çıkma hakkı gibi çok önemli yetkileri var. Radikal olmamasının bir göstergesi olarak Ajanda 2010 bu temsilciliğin devamını öngörüyor. Aslında Schröder’in siyasi olarak gücünü gittikçe yitirmesi, reformların bu kadar yavaş ilerlemesindeki temel etken. Anketlere göre partisinin destekleyenlerin oranı iktidara geldiğinden bu yana en düşük seviye olan % 30’ların da altında. Tek tesellisi ise kamuoyunun %80’inin rakibinin daha iyi olacağına ilişkin şüphesi. Ajanda 2010’un ilk yıldönümünde, işadamları yapılanlar konusunda kayıtsızdılar ve reformların yetersiz olduğunu ifade etmekteydiler. Siemens’in icra direktörü, Heinrich Von Pierer, yönelimin doğru olduğunu fakat büyüme ve yeni ürünlerin üretilebilmesi için daha keskin adımlar atılması gerektiğini belirtti. Bir kimya firması olan BASF’ın icra direktörü, Jürgen Hambrecht, reformları övmekle birlikte yavaşlığından dem vurdu. Kurumlar vergisi reformu ise şirketleri gelecekteki vergi yükümlülükleri ve teşvikleri konusunda belirsizliğe itecek şekilde sürüncemede devam ediyor. Kurumlar vergisinin esas oranı, Fransa’daki %35,4, Avusturya’daki %34 (seneye %25’e düşürülüyor) ve İrlanda’daki %12,5 ile karşılaştırıldığında % 38,7 ile hala Avrupa’daki en yüksek oran. Bu yükümlülüğü azaltmak için çeşitli yollar var fakat, bu yollar genelde büyük firmalara yönelik yapılmış düzenlemeler. Bayer firmasının vergi biriminin başındaki Heribert Zitzelsberger’e göre bu durum vergi reformunun mimarisinden kaynaklanıyor. Wiesbaden üniversitesinden Prof. Lorenz Jarass’a göre büyük şirketler için Almanya bir vergi cenneti gibi. Toplamda en büyük 30 firma ödedikleri vergiden daha fazlasını hükümetten kredi olarak geri alıyor. Mesela, 2002 yılında DaimlerChryler net olarak 1,2 milyon Euro geri alırken, Lufthansa ve Thyssen Krupp gibi firmalar net olarak vergi ödemediler. Bütün vergi yükü, Alman ekonomisinin belkemiği sayılan; istihdamın %70’ini sağlayan, yatırımların %46’sını gerçekleştiren yeni istihdamın da %70’ini yaratan Mittelstand olarak tanımlanan küçük firmaların üstünde. Bu tür firmaların vergi yüklerini azaltmak için sağlanan yollar çok daha az. Mesela, geçmiş yıl zararlarını bu yılın vergisi karşılığında telafi etmek imkanı yılın başından beri kaldırıldı. İnşaat Endüstrisi Federasyonu sözcüsü Heiko Stiepelmann’a göre artık her üç Alman firmasından biri üretiminin bir bölümünü Orta Avrupa’ya kaydırmak istiyor. İnşaat sektörü en çok zarar gören alanlardan biri. 1995 yılından bu yana sektördeki istihdam 1,4 milyondan 814 bin kişiye düştü. Maliyetleri ve ücretleri azaltmak üzerindeki baskı inşaat alanında had safhada. Orta ölçekli inşaat firmalarından yabancı işçi istihdam etmeyen neredeyse yok gibi. Komşu Doğu Avrupa ülkelerindeki düşük ücretler büyüyen tehlikelerden biri. Yeni giren 10 AB üyesi ülkelerin gelecek yedi yılda Almanya’da işyeri açmasına izin verilmeyecek. Fakat bu mola dahi Alman inşaat firmalarını rahat ettirmiyor. İşçilik ücretlerini değil ama proje ve bu alandaki diğer birikimlerini kullanmak vasıtasıyla bu pazarlarda rekabet edebileceklerini düşünüyorlar. İnşaat işçileri sendikası IG Bau, sorunun önemini kavrayan azınlıktaki sendikalardan biri. Bu yıl ücret görüşmeleri için toplantı dahi talep etmediler. Diğer sektördeki sendikalar işbirliğine pek yanaşmıyorlar. Almanya’nın en büyük mavi yakalı sendikası olan IG Metall geçen yıl Doğu Almanya’da inatla anlaşmaya yanaşmadı. Çekilmesi için baskı yapılmasına rağmen sendika lideri Jürgen Peters, bir dönem daha seçildi. Akabinde özellikle sendikalaşmış şirketlerde Almanya çapında makul ücret artışları talep ederek sendikaların hala bir güç unsuru olduğunu gösterdi. Fakat Doğu Almanya’da sendikalaşma gittikçe azalıyor. Bu arada Siemens’in IG Metall ve diğer sendikalarla Kuzey Rhine Westfalya’da kurulacak olan mobil telefon fabrikasında çalışacak işçilerin çalışma koşulları ile ilgili müzakereler kitlenmiş durumda. Von Pierer, gelecek bir kaç hafta içinde proje maliyeti %30 azaltılmazsa, projeyi Macaristan’a kaydırmakla tehdit etti. Bu tür taktikler sendikaların yelkenlerini indirmekte etkili oluyor. Almanya’da işçiler ortalama olarak saat başına 26$ alırken bu rakam ABD’de 21$, Fransa ve İngiltere’de 17$. Rekabet en sert şekilde yaşandığı Doğu Avrupa’da ise ortalama ücret 4$ civarında. Hükümet tarafından en çok reklamı yapılan uygulamalardan biri, mini iş olarak tabir edilen aylık 400-800 Euro arası gelir getiren geçici işler. Bu nitelikteki işlerde çalışanların sayısı 1 milyonu aşmış durumda. Fakat Berlin’deki Alman Ekonomik Araştırma Enstitüsü’nden Viktor Steiner, bu tür işlerin tersine işsizliği arttırdığını savunuyor. Öyle ki, bu tür işler devamlı işsizlik yaşayan kitleye hitap etmekten çok devamlı işi olan genç ve yaşlıların yöneldiği alan oldu. Bunun yanında erken emekliliği isteme ve işi bırakma Almanya’da çok kolay. 2005 yılından itibaren işsizlik maaşı sürekli olarak verilmeyecek fakat bir yılla sınırlandırılacak ve önerilen işleri sürekli reddedenler cezalandırılacak. İşsizlik sigortası, mini işler eğitim ve mesleki kurların arttırılması gibi reformlar şimdiye dek burnu sürtmüş işadamlarını çok tatmin etmiyor. Maliyetler konusunda çok hassas olan firmaların istedikleri en son şey, işleriyle doğrudan ilgili olmayan konularda mesleki eğitimler vermek ve diğer refah payı katkıları yapmak zorunda kalmak. Bugünlerde hükümet mesleki eğitim kotalarını doldurmayan firmaları cezalandırıp cezalandırmama konusunda kararsızlık yaşıyor. İşte bu tereddütler ani U dönüşleri ve tutarsız kanun tasarıları ile birleştirildiğinde hükümetin reformlar karşısındaki tavrını yansıtıyor. Mesela, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Manfred Stolpe, Doğu Almanya’daki iş piyasasını canlandırmak için yeni ücret sübvansiyonları tasarısını öne sürdü. Bunun üzerine tasarının Batı Almanya’da da uygulanması için karşı çıkışlar başladı. Stolpe tasarıyı Batı Almanya’yı da kapsayacak şekilde genişletti, ki bu tamamen geri bir adımdı. Bugün Almanya’nın istediği en son şey yine çalışanlar tarafından finanse edilecek olan pahalı ücret sübvansiyonlarıdır. Kamuoyunda yıllardır devam eden iş piyasasında reform tartışmalarına rağmen, görünen o ki tartışmalar ekonomik düzelmenin önündeki temel engelleri görülmesini engellemeye başladı: l Almanya tarafından heyecanla desteklenmesine rağmen Ekonomik Ve Para Birlik, Almanya’nın ekonomisini düzeltmek için politika araçlarından faiz oranlarının ve döviz kurlarının elinden çıkmasına neden oldu. l Doğu Almanya ile birleşmenin maliyeti 1990’dan bu yana 1,25 trilyon Euro’ya ulaştı ve halen GSMH’nin %4 bu bölgeye transfer ediliyor. Bölgedeki %20’lik işsizlik de ilave yükümlülük olarak hükümetin sırtında. l İkinci dünya savaşında sonra merkezi hükümetin radikal kararlar alamaması amacıyla 16 federal eyalete bölünmüş olan federal model gerçekten oldukça etkili çalışıyor!! l Ülkenin hantal ve oldukça maliyeti yüksek iş yasaları, küresel, yüksek teknoloji kabiliyeti olan ve hizmet sektörüne dayalı dünya ekonomisinde çağdışı kalıyor. Ülkeye giren net sermaye akımı pozitif. 2002 yılıyla karşılaştırıldığında net sermaye akımındaki olumlu fazlalık gittikçe azalıyor. Özellikle 2000 yılında Mannesmann’ın Vodafone tarafından 180 milyar Euro’ya satın alınmasından sonra sermaye akımı fazlalığı gittikçe azalan bir eğilim izliyor. Yine de yabancı özel sermaye fonları uzun vadede karlı olacaklarını düşündüklerinden Almanya’da yerleşik olmalarına rağmen Alman şirketlerini satın alıp yeniden yapılandırma yoluna gidiyorlar. Danışmanlık firması Droege direktörü David Marsh’a göre bugün bir çok Alman firması değerinin altında işlem görüyor. Azınlıktaki bir kısım şirket ise Almanya’nın hantallığını rağmen buraya yatırım yapmaya devam ediyor ve önemli yatırımlar yapıyorlar. Amerikan çip üreticisi AMD, 2 milyar Euro’ya ikinci fabrikasını kuruyor. AMD dünya çapında 2000 kişiyi işten çıkarırken, Almanya’da bir kısmıyla kısa süreli sözleşmeler yapmasına rağmen işten çıkarma yaşanmadı. AMD Dresden’in direktörü, Hans Deppe, Saksonyalıların oldukça esnek yapıda insanlar olduğunu söylüyor. Yerel otoritelerin yatırım planlarını kısa sürede onaylayarak yatırımlara destek verdiklerini ekliyor. Bu arada BMW de Saksonya’ya 1,3 milyar Euro’luk fabrika inşa ediyor. Fakat bunlar tamamen istisna. Bir çok işadamı, İngiltere’de 1980’lerde Margaret Thatcher’ın gerçekleştirdiği yeniden yapılandırmanın uygulanmasını istiyorlar. Fakat bu hiç Alman tarzı değil. Alman ekonomisi o kadar güçlü olmasa da savaş sonrası konsensüs hala güçlü. Görünen o ki ,modern almanlar da işler daha da kötüye gitmeden bazı şeylerin değişmesini bekliyorlar. Fakat hiç kimse, Schröder veya bir başka siyasi liderin gerçekle yüz yüze gelmelerini talep edene kadar halkın nasıl tepki vereceğini bilemiyor. FAİZ ORANLARI ARTTIĞINDA FED finansal piyasaları daha yüksek faiz oranlarına hazırlıyor. Mali piyasalar bu durumu yalnızca küçük bir olumsuzluk olarak mı algılayacak yoksa bu duruma tepkisi büyük mü olacak? Son dönemlerde riskin çok düşük oranda ödüllendirildiği bir gerçek. Bir kaç yıldan bu yana zengin veya fakir ama mali riski yüksek olan ülkeler ABD’deki düşük faiz oranlarıyla büyük sermaye girişi yaşadılar. Fakat FED’in faizleri arttıracağı gün gittikçe yaklaşıyor. Bu hafta Greenspan Kongredeki iki konuşmasında deflasyonun artık bir risk oluşturmadığını, faiz oranlarının yükselmesi gerekebileceğini ve bankaların buna hazırlandığını kendi sakin uslubuyla açıkladı. Mali piyasalardaki bankaların FED’in %1’lik faiz arttırımıyla ne kadar rahatlayacağı tartışabilir, fakat bu durum riskli piyasalar için oldukça olumsuz etkiye neden olacağı kesin. ABD’de büyüme arttıkça enflasyon üzerinde baskı yaratacağı ve bu nedenle faiz oranlarında bir artışın zaruri hale geleceği bir gerçek. Peki bu durumun riskli piyasalar üzerindeki etkisi ne olur? Yatırım derecelendirme bonoları için bedel ağır olacak. Zira bütün getirileri ABD’de kamu senetlerine yatırım yapmaktansa diğer yatırım araçlarına yatırım yapmanın getirisi olan spread’lerden ziyade faiz oranları arasındaki marjlardan oluşuyordu. Getirisi spread’lere bağlı olanların durumu da parlak değil, çünkü geçtiğimiz yıl içinde spread’ler yarı yarıya düşmüştü ve şu an artma eğilimi yüksek. Risk seviyesi yüksek olan tahvillerin faiz oranları son dönemlerde artmış olmalarına rağmen, daha da artması büyük olasılık. Hisse senetleri için faiz oranları güçlü büyümeden dolayı arttığından hisse senetlerinin artışının devam edeceğine yönelik kabul gören bir görüş var. Son çeyrekte %20 artmış olan hisse senedi piyasası için düzelmenin karları arttıracağı düşünülebilir. Olaylara bakılırsa durum böyle gelişmiyor. Yüksek faiz oranları beklentisi ile S&P 500 endeksi olumsuz etkilendi. Faiz oranlarına karşı hassas sektörler olan gayrimenkul yatırım kurumları %13, bankalar %8 değer kaybetti. Bunun nedenin hisse fiyatlarının yüksekliğinden kaynaklandığı söylenebilir fakat fiyat seviyesi uzun süredir aşağıda olan NASDAQ’da daha büyük düşüşler yaşandı. Düzelme süreci yaşayan Japonya dışında, zengin ülkelerin hisse senedi ve tahvil piyasalarının ilacı Wall Street olacak. Fakat aynı şeyin gelişmekte olan piyasalar için geçerli olup olmayacağı oldukça belirsiz. Gelişmekte olan ülke hisse senedi piyasaları zengin ülkelerden ve özellikle ABD’den kaynaklar sayesinde iyi bir performans gösterdi. Bu tür piyasalarla ilgili Morgan Stanley’in endeksine göre, Ekim 2002’den bu yana %89’luk bir artış gösterdi. Sadece bu yıl içindeki artış oranı ise % 10’u buldu. Fakat gelişmekte olan ülke piyasalarının risk oranları zirveye ulaştığında getirileri taşıdıkları risklere değmiyor. Gelişmekte olan ülke tahvillerinin durumu daha parlak değl. Özellikle iniş çıkışlar zayıf bünyelerine göre değil. Her ne kadar çıkışlar heyecanlandırsa da inişler oldukça zarar veriyor. Son aylarda bu tür tahviller gelişmekte olan ülke tahvilleri endeksi verilerine göre ABD Hazinesine ait olan tahvillerin faiz oranına göre oldukça küçük spread’lerde işlem görüyorlar. Kısa dönemde daha iyi performans sergilemeleri beklenmiyor. IMF’nin bu ayki raporuna göre gelişmekte olan ülke tahvillerindeki bu olumlu performansın nedeni, yapısal faktörlerdeki iyileşmeden çok, son dönemdeki kısa vadeli faiz oranlarının düşüklüğüydü. Düşük faiz oranları riskli varlık piyasalarının olduğu her yerde belirleyici özellikti. Bu durum, riskli piyasalardaki getirilerin düşüklüğünün ne kadar önemsiz olduğunu gösteriyor. Yatırımcılar bu çok düşük faiz oranları karşısında getirileri daha yüksek olan piyasalara kaçıyor, veya iki piyasa içinde hareket ediyordu. Hiç kimse ne kadar yatırımcının bu şekilde hareket ettiğini ve gelişmekte olan ülke piyasalarına karşı heveslerinin ne zaman köreleceğini bilmiyor. Fakat bu durumla karşı karşıya olanlar borçlandıkları para ile hareket eden büyük hedge fonları ve küresel bankalar. Yatırım bankaları pozisyonlarını 2002 sonbaharından bu yana üç kattan fazla arttırdılar. Bunun nedeni bu pozisyonlara daha fazla kaynak aktarmaları. Fakat finansal piyasalardaki dalgalanmanın azalması kendi risk yönetim modellerine göre pozisyonlarındaki riskin daha düşük hesaplanması demek. Bu da aynı kaynakla daha büyük pozisyon almalarına izin veriyor. FED’in büyük ihtimalle faizleri arttıracağı beklense de, yüksek karları olan bu piyasalarda devam etmek hala çekici ve bütün bankalar en önce kendilerinin kaçmasının en akıllıcası olacağını düşünüyor. Economist için değerlendirme yapan bir risk yöneticisi, en büyük bahisçilerin Citigroup, UBS, Goldman Sachs, Deutche Bank, J.P. Morgan Chase ve CSFB olduğunu ifade ediyor. Büyük oyuncular içinde en çok yatırım yapmış olanlar Deutche Bank ve Goldman Sachs. Eğer piyasalar keskin bir şekilde aleyhlerine hareket ederlerse, bankalar ve diğer kaldıraç oranları yüksek yatırımcılar, ya pozisyonlarını küçültecekler ya da daha fazla kaynak aktarmak zorunda kalacaklar. Çok büyük ihtimalle finansal piyasaları bozguna uğratacak ilk seçeneği tercih edecekler. Bu, 1998’de Rusya iflas ettiğinde gerçekleşmişti. Fakat muhtemelen Greenspan bunu biliyordu. LULA ŞÜPHELENDİRİYOR İktidara geldikten sonra mali piyasalarla oldukça barışık bir tablo çizen Lula’nın Brezilyası, ABD’nin faiz oranlarını arttırma korkusundan dolayı riskli piyasalardaki yine aynı hastalıkla savaşıyor. J.P. Morgan Chase’in gelişmekte olan piyasalar tahvil endeksinde Ocak’tan Nisan’a %3,3’lük bir artış yaşanırken endeksin %22,7’sini oluşturan Brezilya’nın tahvil oranındaki artış %10’u buldu. Sorun Brezilya’nın iktisat politikalarının halktaki popülaritesinin mali piyasalardakine nazaran daha düşük olması. İktidar olduktan sonra 2003’de faiz dışı fazla GSMH’nin %3,75’inden %4,25’e yükseltildi. Bunun yanında Merkez Bankası enflasyonun önünü kesmek için zaten yüksek olan faiz oranlarını daha da arttırdı. Bu politikaların sonucu kurlardaki olağanüstü düşüş oldu ki, bu durum piyasaların ekonomiye olan güveninin sarsılmasına neden oldu. Hükümet kredibilite kazanmasına rağmen, ekonomi küçüldü ve istihdam ve gelir dağılımında adalet vaatleri yerine getirilmedi. 2004 yılında beklenen %3-4 oranında büyüme gerçekçi değil. İhracat ve faiz oranlarındaki düşmeyle birlikte araba satışlarında artış yaşandı ama henüz istihdam artışına ve faktör gelirlerine yansıyan bir iyileşme yok. Lula son günlerde memurlara daha yüksek maaş artışı ve mülksüz köylülere yerleşmeleri için ek kaynak vaadi ile piyasaları yine germeye başladı. Bu vaatler yerine getirilirse hedeflenen faiz dışı fazlanın gerçekleşmesi mümkün olmayabilir ve bu durum da Brezilya’nın borçlarını ödeyebileceği konusundaki iyimserliği yok edebilir. ALMANYA’DA ÖZEL SERMAYE FONLARI Sadece getiri güdüsüyle hareket eden özel sermaye fonları Alman kurum kültürünü değiştiriyor. Almanya’da özel sermaye fonları hakkında karmaşık düşünceler var. Bazılarına göre Alman şirketlerinde gecikmiş olan yeniden yapılandırmanın sağlanması ve yeni kaynak getirmesi nedeniyle olumlu yanları ağır basarken, bazılarına göre de işten çıkarmaları arttırmaları ve geri dönülmez yönetim hataları nedeniyle olumsuz bakış açısı hakim. Geçen ay Der Spiegel dergisi Amerikalı özel sermaye fonu, Kohlberg Kravis Roberts’ın (KKR) iki yatırımını sayfalarına taşıdı. Bunlardan biri iletişim hizmet şirketi Tenovis ve diğeri 2002 ortalarında satın alınan vinç yapım şirketi Demag. Bu iki yatırımın da ortak özelliği yönetim sorunları, Almanya’da önemli miktarda işten çıkarmalar ve operasyonların yurt dışına taşınması ve borç servis maliyetlerinin artması nedeniyle varlık değerlerinde yaşanan azalmalar. Bununla birlikte Tenovis’de zararla sonuçlanan yeni ürün çeşitlendirmesi ve kötü yönetim sona erdi. İşten çıkarma sektördeki diğer şirketler tarafından da uygulanmıştı. Aynı şekilde Demag esas faaliyeti Almanya’da çok talebi olmayan fabrika vinci üretimini doğuya kaydırıyor. Gerçekte, özel sermaye fonları yüksek risk yüksek getiri ilkesi ile hareket ettiğinden, yönetici kadroyu da bu doğrultuda yönlendiriyor. Karları da şirketin hisse senetlerini başka bir kuruma satmaları veya halka arz yoluyla elden çıkarmaları yoluyla oluşuyor. Alman Risk Sermayesi Birliğine göre geçen yıl Almanya dışına çıkan fonların %50’sinin satın aldığı hisseler tamamen değerini kaybetti. Aynı Birliğe göre 2003 yılında özel sermaye fonları 563 şirket satın aldı. 310’unundaki paylarını kar ederek sattı, 254’ünü değerini kaybetti. Almanya’daki 3500 icra direktörü arasında yapılan ankete göre özel sermaye fonları sevilmiyor. Ankete katılanların yarısı, bu fonların ortakların olduğu kadar çalışanların da pay sahibi olduğu düşünülen, devamlılık gayesi ile hareket eden Alman şirket yapılarına uygun olmayacak şekilde hareket ettiğini belirtiyor. Özel sermaye şirketi tarafından satın alınan bir firmada işten çıkarmalar artıyor, aktifler yüksek maliyetli borçlarla finanse ediliyor ve şirket bünyesindeki bazı birimler kaldırılıyor. BC Partner banyo ürünleri imal eden Grohe’yi 1999 yılında satın aldıktan sonra, firmayı varlıkları neredeyse kalmayacak şekilde küçülttü. 2003 yılında yeniden kaynaklarını ve varlıklarını güçlendirdi ve şimdi halka arz veya doğrudan satış yoluyla 1,5 milyar Euro’ya elden çıkarmak istiyor. Otoritelere göre özel sermaye fonları ve şirketlerin gayeleri farklı. Fonlar kar elde edip nakde dönerek ülkeyi terketmek amacını güderken, şirketler uzun vadeli büyüme ve devamlılık amacıyla hareket ediyor. DABHOL TEKRAR ÇALIŞMAYA BAŞLAYACAK MI? Başarısızlığa uğramış bir enerji projesini yeniden canlandırma çabaları Hindistan’ın batısında Arap denizinin kıyısında, yabancı enerji firmalarının politikacıları ve bürokratları olduğundan yüksek bedelle enerji tesisleri kurmaya ikna ettiği 1990’lı yılların sonunda, 2.9 milyar dolara Dabhol enerji santrali kuruldu. 2200 MW gücündeki Dabhol enerji santrali, 2001 yılında Maharaşta eyaletinin elektrik otoritesinin 240 milyon doları ödeyememesi nedeniyle Enron ve diğer yatırımcılar tarafından kapatıldı. Proje o dönemden bu yana durduruldu ve dava safhasında. Hindistan hükümetinin çabalarıyla Dabhol’un tekrar çalıştırılması gündemde. Buna göre davadan vazgeçilmesi karşılığında, Dabhol’da üretilecek elektriğin uygun indirimler yapılmak suretiyle siyasi ve ticari olarak makul fiyatlarla satın alınması sözkonusu. Hindistan Sanayi Kalkınma Bankası önderliğindeki Hindistan bankaları, ABN-AMRO liderliğindeki 25 yabancı yatırımcıdan 390 milyon dolarlık borcu satın almak istiyorlar. İki taraf yatırımın hem garantörü hem de yatırımcısı konumundaki Amerika Denizötesi Özel Yatırım Şirketi (OPIC) bünyesinde müzakerelere başladılar. Hindistan bankaları yabancı kredilerin nominal değerinin %40’ını önererek ilk teklifini gerçekleştirdi. Eğer bir orta yol bulunursa, Hindistan Bankaları ve OPIC tarafından borcun satışı ve Dabhol’un kontrol hakkı ihale edilecek. Şimdiye dek, BP, Shell, Tata-GAIL konsorsiyumu ve Reliance bu ihale ile ilgileniyor. Borcu satın alan taraf projenin ortaklarından ve ana tedarikçilerinden General Electric (GE) ve Bechtel’in payını da almak zorunda. İlk olarak her ikisinin de %10’ar payı vardı. Fakat Amerikan İflas mahkemesi ile anlaşarak 20 milyon dolar vermek suretiyle Enron’un %65’lik payını birlikte satın alarak toplam paylarını %85’e çıkardılar. Satışın Hindistan mahkemeleri tarafından değerlendirilmesinde sorun çıkma riski yüksek. Fakat daha da önemlisi GE ve Bechtel Hindistan otoritelerinin tavırlarından oldukça rahatsızlar ve Amerikan iflas mahkemesi Enron’un payını nominal değerinin oldukça altında belirlemiş olsa da, 240 milyon dolarlık ilk paylarının tamamını talep ediyorlar. Bunun yanında, Enron kreditörlerine verdikleri 20 milyon doları ve sözleşme hükümlerine göre 744 MW’lik ilk kısmın yenilenme bedeli ve tamamlanmayan ikinci kısmın tamamlanmasının karşılığı olarak 140 milyon doları istiyorlar. Karşı taraf bu talepleri açgözlülük olarak değerlendiriyor ve borç tutarındaki indirimin GE ve Bechtel tarafından da paylaşılması gerektiğini belirtiyorlar. Fakat iki dev Amerikan şirketinin elleri epey güçlü. Sözleşmelerden doğan ve uluslararası tahkimden kaynaklanan toplam 2,4 milyar dolarlık hakları var. Ayrıca, projenin bilgisayar çiplerinin, know-how’ının ve tasarımının mülkiyet haklarını ellerinde tutuyorlar. Bu haklar olmadan da Dabhol’un tekrar çalıştırılması mümkün değil.

kaynak:vergidünyası.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.