GÜNCEL HABERLERÜlke EkonomileriYATIRIM&FİNANS

Türkiyede Ekonomik Krizler Nedenleri ve Sonuçları

Türkiye’de Ekonomik Krizler: (1929-2001)

Nedenleri ve Sonuçları Üzerine Karşılaştırmalı Bir İrdeleme

GİRİŞ

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana geçen yaklaşık 80 yıllık sürede (1923-2002), Türkiye giderek sıklaşan ve şiddeti artan ekonomik krizlere sahne oldu. Krizlerin en şiddetlisi, devraldığı ciddi sorunlarla yüklü mirası çok daha ağırlaştıran gelişmeler ve politikalarla süren, 1998’den bu yana yaşadığımız  bunalım oldu; bunun nasıl ve hangi sürede atlatılabileceği şimdilik ucu açık bir soru niteliği taşıyor.

Tanık olunan altı adet çok ciddi (1929-31, 1958-61, 1978-81, 1988-89, 1994, 1998-2002 (?) ), ekonomiyi derinden sarsan  ve büyük ekonomi politikası dönüşümlerine yol açan krizlerin yanında, göreli daha kısa süreli ve etkileri daha sınırlı dört adet (1947, 1969, 1982, 1991) kriz yaşandı. Şiddetli ve göreli daha hafif krizlerin kapsadığı yılların toplamı yirmidir ve cumhuriyet tarihinin dörtte birine varmaktadır. Serbestleşme-küreselleşme sürecini yaşadığımız son 22 yılın tam 9 yılı, yani %40’ı kriz yıllarıdır. Bu rakamlar 1998’de başlayan ve 2000 yılının bir bölümü dışında giderek derinleşen krizin 2002 yılı sonunda biteceğini varsayar. 2000 yılındaki banka ve finans kurumu krizleri de gözönünde tutulursa bu oran %45’e, bunalım gelecek yıla (2003) da sarkarsa %50’ye çıkar.[1]

Bu tablo, Türkiye’deki genç kuşakların ömrünü krizin yarattığı parasal, sosyal, siyasal sorunlar ve hepsinden öte 1978 kriziyle başlayan süreçte ve özellikle 1990 ve sonrasında işsizlik tehdidiyle geçirdiğini; ders kitaplarında “şiar” ı bağımsızlık olan Cumhuriyet felsefesi okurken, gerçekte IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla ekonomi ve sosyal politikaları belirlenen bir ülkede yaşadığına tanık olduğunu gösterir. Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı kadar siyasal bağımsızlığını da kısıtlayan, çoğunluk için ülkede yaşamayı / iş yapmayı güçleştiren en önemli zaafların krizlerle bağlantılı olduğu bir gerçektir. Özellikle “tek kutuplu dünya” ortamına geçildiği 1990 ve sonrası yıllarda, hatta SSCB’den kaynaklandığı varsayılan tehdidin önemsizleştiği 1980’li yıllardan itibaren, Batı dünyasının (başta ABD) Türkiye’ye olağan koşullarda kabul ettiremediği politikaları, krizlerin getirdiği ortamda, Türkiye’nin kredi ihtiyacını karşılamanın bedeli olarak kabul ettirdiği de bir diğer gerçektir. Bu politikaların bir bölümü salt ekonomik niteliklidir ve ekonomik bağımsızlık kadar, “küreselleşme” adına ekonomik büyüme / kalkınma sürecini de ortadan kaldırmaktadır; diğer bölümüyse siyasal niteliklidir ve Türkiye’nin mali kayıplarını artırdığı gibi komşularıyla ilişkilerini de olumsuzlaştırmaktadır.  Bu değerlendirmeden ekonomide gelişme kadar bağımsızlığı sağlayan politikaları getiren 1929 krizini ayrı tutmak gerekir.

Bu incelemede önce ekonomik krizlerin dış dünyadan yansıyan etkilerle bağlantılarını karşılaştırmak olarak  ele alacağız; amaç, krizlerin salt ülke içi etkenlerden kaynaklanmadığını dünya boyutunun da varlığını ortaya koyabilmektir. İkinci olarak iç etkenlerle krizlerin bağlantılarını ele alacağız, iç ve dış etkenlerin göreli olarak payını irdeleyeceğiz. Nihayet, krizlerin yarattığı sonuçları, bunların özellikle kalıcı nitelikleri itibariyle   IMF ve Dünya Bankası’nın, özellikle Soğuk – Savaş sonrası dönemde krizlerin getirdiği fırsatlarla, bu sonuçları ne yönde etkilediğini inceleyeceğiz. İnceleme amaç, etkileri büyük olan bütün krizleri karşılaştırmak ve kronolojik biçimde ele alarak, hem aralarındaki etki-sonuç, hem de zaman içinde ortaya çıkan farkları ortaya koymaktadır.

  • Krizlerde dünya olaylarının ve dünyadan yansıyan etkilerin rolü
    • Dış etkenlerin niteliği

Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Türkiye’nin yaşadığı krizlerin zaman boyutu şaşırtıcı bir düzen gösterir: Türkiye her on yılda bir dönemin sonuna doğru (on yılın 7. ile 9. yılı arası) şiddetli ya da hafif bir kriz yaşamıştır; yirmi yılda bir, 8. yılda başlayan krizler (1958, 1978, 1998) olağanüstü şiddette ve uzunlukta olmuş ve Türkiye’ye izlenecek politikalarda özgürlük bağlamında çok pahalıya gelmiştir; bu değerlendirme özellikle 1978 ile başlayan dönem için geçerlidir.

Krizlerin on yıllık devresel niteliği, “konjonktür dalgalanmaları” yazınında “Juglar dalgaları” diye bilinen ve olgun kapitalist ekonomilerin dalgalı büyümelerini saptayan ekonomi kuramını anımsatmaktadır. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler (GOÜ), kendileri, sermaye karlılığına bağlı dalgaları kendi içsel dinamikleriyle yaratmadıklarına göre, bunların dünya bağlantılı olmaları  beklenebilir bir olgudur.

Aşağıdaki çizelgede, Türkiye’nin yaşadığı 10 adet krizin izdüşümündeki “kriz yaratan” dünya olayları gösterilmektedir:

1929-31: Büyük Dünya Depresyonu sürecinde çöken tarım ürünleri fiyatları ve şiddetle aleyhe dönen dış ticaret hadleri, daralan ihracat pazarları ve dış kredi olanakları;

1954: Kore Savaşı’nın bitmesiyle dünyada çöken hammadde ve tarım ürünü fiyatları, aleyhe dönen dış ticaret hadlerinin izleyen yıllarda sürmesi.

1958: ABD’nin durgunluğa girmesi, Avrupa Ekonomik Topluluğu paralarının konvertibiliteye geçmesi ve Roma Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinin yarattığı pazar daraltıcı etki;

1968: Doların altın değerinin, 1 ons eşit 35 dolarda kalmayacağının anlaşılmasını izleyerek dolar aleyhine spekülasyonun giderek şiddetlenmesi;

1974: 1. petrol krizinin patlamasıyla dış ticaret hadlerinin şiddetle aleyhe dönmesi; Alman markı ve İsviçre frankının dolara karşı hızla değer kazanması;

1978: “petro-dolarları dolaşıma döndürme” politikasının yarattığı aşırı kısa vadeli borçlanmanın, Türkiye ile birlikte bir dizi gelişmekte olan ülkeyi (GOÜ) (Arjantin, Zaire, Peru gibi) birlikte krize götürmesi; uluslararası bankaların GOÜ’ye kredileri kısarken, faizleri yükseltmeleri;

1979 – 80: Petrol fiyatlarının tekrar reel sıçramaya geçmesi, ABD’de para arzı kısılmasının dünya reel faiz hadlerini katlayarak artırması, tarım fiyatlarının tekrar çökmesi;

1982: Büyük borçlu Latin Amerika ülkelerinin borç ödeyemez duruma düşmesiyle dünyada “büyük borç krizi”nin patlaması, reel faiz hadlerinin tekrar yükselmesi;

1987:  Kasım ayında New York borsasının çökmesi, izleyen yaygın banka iflaslarıyla ABD ekonomisinin uzun süreli (1987-91) durgunluğa girmesi, doların güçlü paralar karşısında (DM, yen gibi) değer kaybı;

1990: Tokyo borsasının çökmesi, Japonya’da finansal kırılganlığın ortaya çıkması ve uzun süreli durgunluk / deflasyon sürecinin başlaması;

1990 – 1991: Irak’a ambargo ve izleyen Körfez Savaşı; bölgeden turist ve sermaye kaçışı, petrol fiyatı ve bölgeye kredilerin faizlerinde fırlama;

1992 – 93 (yaz ayları): Avrupa paraları aleyhine spekülasyon sonucu Türkiye’ye  rakip ülkeler paralarının devalüasyonu; ABD’ye sermaye kaçışı; ABD’de hızlı, AB’da yavaş büyüme; doların değerlenmesi;

1994: Meksika’nın krize girmesi, Brezilya ve Arjantin’in onu izlemesi; bunların paralarının ve Çin parası yuan’ın devalüasyonu; bu ülkeler ile GOÜ pazarlarından sermaye kaçışı;

1997 – 99: Uzak Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde kriz; bu ülkeler ve GOÜ’den sermaye kaçışı; krizin başta bölgeye yatırımcı Japonya, dünyayı tehdit eder boyuta varması; petrol fiyatının çökmesi, ülke paralarında büyük çaplı devalüasyonlar; dünyü pazarının daralması;

1998: Asya krizinin Rusya’ya intikali ve Rusya’nın moratoryum ilanı; bölgeden sermaye kaçışı ve kredi faizlerinin artışı; ruble’nin devalüasyonu; Rusya pazarının daralması;

2000: Dünya petrol fiyatlarının katlanarak artması; ABD’de Nasdaq’da çöküşün başlaması; ABD’de durgunluk işaretleri ve sermaye kaçışı;

2001: Arjantin krizi ve Latin Amerika’ya yayılması; ABD’de 11 Eylül terörüyle birlikte savaş göstergelerinin ortaya çıkışı ve Nasdaq’daki çöküşün diğer hisselere de yayılması; ABD’de büyük boylu şirketlerin iflasları ve büyük çapta yolsuzlukların patlak vermesi; ABD’de durgunluğun yayılması;

2002: ABD’nin İngiltere ile birlikte Afganistan’ı bombalaması ve işgal etmesi, işgalin bölgedeki petrol yollarını kapsaması; savaşın, ABD’ye boyun eğmeyi reddeden Irak ve İran’ı da kapsama olasılığının artması; Nasdaq başta, ABD’de New York borsasında çöküş, şirket iflasları ve şirket yolsuzluklarının sürmesi; Avrupa’da dolaşıma giren Euro karşısında ABD dolarıın değer yitirmesi, giren sermayenin ABD’yi terketmesi; Arjantin’deki çöküşü başta Uruguay ve diğer bölge ülkelerinin izlemesi.

Yukarıdaki tablonunu izdüşümündeki Türkiye krizleri, bunların hiç küçümsenemeyecek uluslararası boyutları olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya ekonomisinde istikrarsızlığın çok arttığı 1970’li yıllar, özellikle 1990 sonrasında yaşanan mali serbestlik ile kısa/uzun vadeli sermayenin serbest dolaşım sürecinde Türkiye’nin de istikrarsızlığını artırmış; artan krizlerle birlikte kalkınması da duraklamıştır. Gerçekte bu süreci en yoğun yaşayanlar, dışa çok açık politikaları uygulayan Türkiye gibi orta derecede gelişmiş ülkelerdir; en fakir ülkeler ise  artık açlık çeker duruma girmiştir.

 

  • Olumsuz dış etkenlerin Türkiye’ye intikal yolları

Ekonominin dış dünya ile bütünleşme derecesi yükseldikçe, hükümetin elinde piyasaya müdahale araçlarının sayısı azaldığı gibi, elde kalan politika aletlerinin de etkinliği azalır; dünya ekonomisindeki istikrarsızlık/durgunluk durumlarını aynen yaşamaya başlar. Bundan ötürü, Türkiye’de dışa açıklığın dış dayatmalarla ve kurumsal bağlantılarla doruğa çıktığı 1990’lı yılların, dünyadan yansıyan istikrarsızlaştırıcı öğelerin çok güçlenmesiyle çakışması olağandır; bu olguya bulunduğu coğrafi bölgenin “sorunlu”  petrol haritası eklenmelidir. Sonuçta, Türkiye ekonomisi, dış dünya bağlantılı sarsıntılardan kurtulamaz olmuştur. Tabii, bunları şiddetlendiren iç öğelerin de daima sahnede bulunduğu   belirtilmelidir. Aşağıda kısaca, dünyadaki kriz yapıcı öğelerin Türkiye’ye intikal kanalları ve bunların zamanla değişen önemlerine değinelecektir.

  1. i) Dış ticaret hadlerinde (DTH) şiddetli aleyhe dönüşler: bu, iki bağlamda ekonomiyi çok olumsuz etkileyen süreçler yaratmıştır. Birincisi, GSMH’sının önce yarısı, ihracatınınsa %80’den fazlasının tarım kaynaklı olduğu ekonomik yapının, sırasıyla 1960’lı ve 1970’li yılların sonuna kadar sürmesidir; bu yapı dünya tarım fiyatlarının çöküşünü ekonomide çöküşle örtüştürmüştür. 1929 Büyük Dünya Bunalımının Türkiye’yi intikalinde; Kore Savaşı sonrası, 1954’ü izleyen ve 1958 krizine götüren yolda ve 1978-83 dönemindeki ihracatı artırma güçlükleriyle içiçe geçen krizde, tarım ürünleri DTH’deki aleyhe dönüş başat rol oynamıştır. GSMH ve ihracat gelirindeki payının giderek azaldığı izleyen yıllarda, tarım bu bağlamda kriz yaratıcı bir öğe olmaktan çıkmıştır.

İkincisi, petrol fiyatlarındaki şiddetli fırlamalardır; 1974 petrol krizi ile başlamış, 1979-80 ikinci petrol kriziyle, 1990-91’deki Irak ambargosu ve Körfez savaşıyla sürmüş, 1999 – 2000’de ve 11 Eylül sonrasında da ani fırlamalar yinelenmiştir. Her üç dönem de Türkiye’nin krizleriyle çakışmaktadır. ABD’nin petrol bölgelerinde egemenlik kurmak için müdahaleleri sürdükçe, önümüzdeki yıllarda petrol fiyatı artışları, DTH’ni aleyhe döndürerek kriz ortamını yine ateşleyebilecektir.

  1. ii) İhraç mallarına rakip mallar satan ya da başlıca ihracat pazarlarımız olan ülke paralarının devalüasyonu: Bu etkenin önemi Türkiye ekonomisinin göreli dışa kapalı olduğu 1980 öncesi yıllarda sınırlıdır; fakat Türkiye’nin dış ticaret / GSMH oranının giderek yükseldiği ve imalat sanayii üretiminde ihracatın payı ile iç pazardaki arzda ithalat payının hızla arttığı 1980 sonrasında, bu devalüasyonların önemi de çok artmıştır. 1992-3’deki Avrupa ve 1997’deki Asya paralarının devalüasyonu rakip mallar satan, hem de önemli pazar olan; 1998’deki Rusya devalüasyonu ise rakip mal satmayan fakat önemli ihraç pazarı olan ülke devalüasyonlarına örnektir. Türkiye ihracatının düşüp, ithalatının artma eğilimini, dolayısıyla cari işlemler bilançosu (CİB) açığı artışını tetiklemişlerdir. Bu devalüasyonlar, Türkiye’deki 1994 ve 1998 – 99 krizlerini öncelemiş, sermaye kaçışıyla birlikte yüksek oranlı devalüasyona yol açan krizi hazırlamıştır.

iii) Türkiye’nin başlıca ihraç pazarı olan büyük boylu ülkelerde konjonktürel durgunluk ve/veya ayırımcılık: Türkiye’nin başlıca ihracat pazarlarında, başta Almanya (ve diğer Avrupa ülkeleri), ABD ve (1992 sonrasında) Rusya’da durgunluk ve ekonomik daralma ya da (politika gereği) yapılan aleyhe bir ayırımcılık, Türkiye’de bir krizi hazırlama ya da hazırlanmış kriz ortamında krizi tetiklemede başat rol oynar.Petrol krizlerinde (1874 ve 1979-1980) Petrol krizlerinde (1974 ve 1979-80), OPEC üyeleri ve diğer petrol ihracatcıları dışında dünya çapındaki pazar daralması,  1929 krizinde ya da petrol krizlerinde ihracat pazarlarını, DTH’deki aleyhe dönüşle birlikte daralttığında duraklayan / gerileyen ihracat gelirinin en yakın etkisi, CİB açıkları büyürken kısa vadeli borçlanmayı artırması ve / veya şiddetli bir devalüasyonu hazırlamasıdır. Ancak bazen büyük boylu başlıca bir ihracat pazarının hızla konjonktürel daralması (ya da Türkiye aleyhine ayırımcılığı) kriz ortamını hazırlamaya yeter. Bunun en iyi örneği 1998 ve 1999’da birbirini izleyen olaylardır: 1998 Rusya krizi ve rublenin devalüasyonu hem mal hem hizmet (başta giyim eşyası, turizm ve taşıma) pazarını daraltırken sermaye kaçışına da ivme vermiştir; 1999’un ilk yarısında A. Öcalan’ın yakalanmasını izleyen Alman kamuoyu tepkisiyle turist gelişinin (ve ihracat artışının) durması ya da 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Avrupa’nın (örtülü) ticari ambargosu, ABD’nin açık askeri ambargosu diğer örneklerdir. Aynı yolda bir diğer etken, Türkiye’nin ortak gümrük tarifesini kabul ederek AB’ın tavizli ticaret yaptığı ülkelere pazarını açarken, bu ülkelerin benzer tavizleri Türkiye’ye tanımalarının engellenmesidir. Nitekim, 1996-2000 yıllarında (bavul ticareti dahil) ihracat artışının duraklamasındaki etkenlerden biri de budur. Bundan ötürü, 2000 yılı son çeyreğiyle birlikte patlayan ve bugüne dek süren krizi hazırlayan öğelerden biri olduğu söylenebilir. [2]

  1. iv) Küresel veya Bölgesel (reel) faizlerde hızlı yükseliş;

Bunun en tipik örneği dünya pazarında reel faizlerin (daha önce çok düşük hatta negatif iken) 1979’da ve 1980’de çok yüksek reel pozitif düzeylere (ABD’deki sıkı para politikasını izleyerek) fırlamasıdır. Bölgesel örnek ise, 1991 Körfez Savaşı ya da 1998 Rusya krizi ile birlikte artan bölge rizikosunun fırlattığı faizlerdir. Borçlanarak yaşayan devlet ve özel kesim için bu artışlara TL devalüasyonu da eklendiğinde, faiz yükünün TL üzerinden boyutu krizi tetikleyebilir düzeye gelebilmektedir.

 

  1. v) Kısa vadeli Sermayenin kaçışı:

Yukarıdaki olaylar cari işlemler açıklarını hem GSMH’ya oranla ve mutlak anlamda büyüterek, hem kısa vadeli borçların (uzun-orta vadeli borç taksit ve faizleriyle birlikte) döviz rezervlerine oranını yükselterek, devalüasyon beklentisi yaratır; bu  da, dış ve iç finans kurumlarının genelde mali sermayenin  “riziko”larını artırır. [3] Riziko artışını izleyerek, bunlar çeşitli tepkiler gösterebilirler: ya büyük çapta kredileri geri çekmek isteyebilirler (22 Kasım 2000’de Deutsche Bank’ın  kredilerini geri çekmek istemesi gibi); ve/veya kısa vadeli  kredileri yenileyip (roll over) taze kredi vermek istemeden faizleri yükseltirler; aynı zamanda spekülatif beklentilerle dövizler ihracatçılarca vb. dışarda tutulur. Bu iki öğe 1985 öncesi krizlerde en önemli tetikleyici oldular. Mali serbestlikle birlikte 1990’dan itibaren sermaye kaçışı kaynakları çok büyüdüğü gibi, sermayenin küresel çapta kâr alternatifleri de çeşitlendi. Dış ve iç sermaye hisse senetleri, hazine bonoları gibi yerli kağıtlardan, iç piyasadaki bütün TL kaynaklı yatırımlardan içeride dövize kaçtığı gibi, dış pazarlardaki yatırım alanlarına da kaçabiliyor; içerde büyük riziko artışı olmasa da daha yüksek karlı bir dış pazar ortaya çıktığında yine oraya kaçabiliyor. İncelediğimiz riziko artırıcı öğeler sermaye kaçışlarıyla krizi tetiklemede baş rolü oynamayı sürdürmektedir.

Sermaye kaçışlarının krizi patlatma etkisi önce mali pisayalarda TL dış değerinin düşüşü, rezerv azalışıyla birlikte para arzının daralması ve faiz haddinin fırlaması, borsadan paraların çekilip mali plasmanların döviz ve faize kayması; bunu izleyerek de  borsanın çöküşüyle ortaya çıkar. Dövize spekülatif hücumu durdurmak için devlet faiz haddini daha da yükseltici önlemler alır. Mali piyasalardaki bu sarsıntılar, iç piyasada yarattıkları daralışla birlikte, talep daralması yoluyla hemen reel üretim kesimlerini ve devleti etkisi altına alır. Şirketler iç ve dış borç yükleri oranında faiz haddi ile döviz fiyatı fırlamasından; borsaya açıklıkları ölçüsünde de borsa çöküşünden; ayrıca talep için iç piyasaya bağlılıkları ölçüsünde de bunun daralışından doğru orantılı olarak etkilenirler, üretimi ve istihdamı daraltırlar.  Bankalar dış borçlulukları (açık pozisyonları) oranında devalüasyondan; rizikosu artan dış alacaklıların yükselttikleri faiz hadleri yanında şirketlere verdikleri kredileri geri alamamaktan; işsizlik artarken tüketim kredilerinin geri dönmemesinden daralır/tasfiye olurlar; üretim daralışı ve  işsizler bu kaynaktan yeni bir artış yaşar. İlk tur şirket ve banka çöküşlerini,  ikinci turda, bunlarla bağlantılı olanlar yaşarken üretim tekrar daralır ve işsizlik daha da artar; daralma yığımlı bir sürece döner; iç piyasada talep daralışı sürerken bunlara yenileri eklenir.

Türkiye’de özel kesimin ve devletin giderek artan ve aşırılaşan borçluluğu, genişletici politikalarla (Keynesci harcama artırıcı önlemlerle) buna çare üretilmesini önlemektedir. 2000 – 2001 krizinde TCMB’nin para basmaması ve kamu harcamalarını (IMF programı nedeniyle) sınırlama, iç talebi çökertmiş, krizi derinleştirmiştir. Aşırılaşan borç yükünde  diğer yandan krizler de önemli bir öğedir. Faiz hadlerindeki fırlama, bütçe üzerindeki faiz yükünü artırırken, devalüasyonun getirdiği fiyat artışı yükü de dış borç faizleri kanalından bütçeye biner; Buna özel şirketler ve bankalardaki çökme olaylarının yükünün de devlete (halka) kalması eklenir. Diğer yandan, ekonomide artan durgunluk ve daralma devletin vergi gelirinde önemli (bir) reel  artışı engeller, aksine bunu daraltır. Harcamalar artarken gelirdeki artışın duraklaması / gerilemesi yeni borçlanma için baskı yaratır. Devletin iç/dış borçlarının artışında krizler bu bakımdan baş rolü oynamaktadır. IMF’nin devrede oluşu da ayrıca para arzının ve kamu harcamalarının artışına başlıca engeldir.; dolayısıyla IMF iç/dış borçlanmayı artıran ve krizi atlatmayı zorlaştıran bir “dışsal etken” niteliğindedir.

Dış konjonktür ve döviz kuru elverişliyse, ihracat artışı ve yeni olanakların devreye girmesi (1994 krizinden sonra birkaç yıl bavul ticaretinin patlaması gibi) krizden çıkışı kolaylaştırır. Ancak dış konjonktür elverişli değilse (1929-31, 1958-61, 1978-81, 2000-02 arası yıllar gibi) krizden çıkış uzar ve (1929 krizi hariç) IMF dayatmaları, etkisini sonuna kadar duyurur.

II- Krizlerde ekonomi politikalarının ve genelde iç etkenlerin rolü

1) İç etkenlerin niteliği

Krizlerin sıklığı, süresi ve şiddetinde uygulanan ekonomi politikaları, ekonominin yapısı ve bu yapının sağlamlığı kadar bu yapının ekonomi politikalarıyla uyumu, siyasal iktidarların becerisi ve saydamlığı ön planda etkilidir. Hükümetlerin elinde ekonomiyi kontrol bağlamındaki aletlerin etkenliği, hem krize girişi hem bundan çıkışı kolaylaştırabilir.

Ekonomi politikaları dahil “iç etkenler” başlığı altında topladığımız yukarıdaki etkenler, ekonomide krize yatkınlık eğilimlerini ortaya çıkarabildiği gibi, kriz patladıktan sonra bunun hükümetlerce denetimini ve atlatılabilmesini de zorlaştırıcı nitelikte olabilir. Bu bağlamda öncelik, uygulanan ekonomi politikalarının “serbestlik” derecesiyle doğru orantılıdır; bu sav Türkiye gibi GOÜ açısından öncelikli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.[4]

 

  1. Ekonomi politikalarının rolü: Denetimli/karma –planlı ekonomi ve mali serbestliği gerçekleştirmiş serbest piyasa ekonomisi

Eğer bir sav gözlemlerle desteklenebilirse, denetimli/planlı karma ekonominin, hem krizleri önleme hem patlayan krizi kolayca atlatabilme bağlamında, en etkili ekonomi politikaları demetini sağladığı sonucuna varılır. Türkiye bu politikalar demetini iki dönemde sıkı biçimde uygulamıştır: 1930’lu yıllar ve 1961-74 arası yıllar. Aşağı yukarı benzer politikaların uygulandığı bütün GOÜ dünyası kadar Türkiye için de, (1961-74 yıllarını kapsayan dönemin iki kutuplu dünyasında) Batı blokunda da istikrarlı büyüme başlıca hedeftir; gelişmiş ve GOÜ’de farklı derecelerde olsa da, mali piyasalar denetimlidir; tarım pazarları ülke ihtiyaçlarına yönelik olarak korumalıdır; imalat sanayiinde gelişmiş ülkeler serbestleşmeye geçerken, GOÜ’in serbestleşmeyi ayarlamaları kendi hedeflerine bırakılmıştır. Türkiye için bu iki dönem hem makro-ekonomik istikrarın korunduğu, hem ekonominin hızla büyüdüğü ve sanayileştiği, hem de 1969-70’deki krizin fazla sarsıntı yaratmayan bir devalüasyonla kolayca atlatıldığı yıllardır. Dünya ekonomisinden yansıyabilecek sarsıntılar, örneğin  dönemin sonuna doğru dolar aleyhine başlayan büyük çaplı spekülasyonlar, hafif sarsıntıyla geçip gitmiştir. Siyasal/sosyal sarsıntılarsa, iç kargaşa ekonomiye yansımadan kendi alanlarında kalmıştır. 1930’lu yıllarda da dış tahriklerle süren Kürt isyanları ve sosyal-siyasal alanlandaki büyük dönüşümler ya da 1961-74 arasında üniversitelerde sergilenen sağ-sol çatışmaları  ekonomi politikalarında sağlanan etkinlikle ayrı bir düzlemde tutulabilmiş, iktisadi kalkınma sürecini duraklatmamıştır.

Hazır olmayan bir ekonomik yapılanma üzerine (IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla) aşılanmak istenen serbest piyasa ekonomisine geçişe bir örnek 1950’li yıllardır. Getirilmek istenen bütün ekonomik serbestlikler 1954 sonrasında çökmüş, günü birlik olmayacak ya da olmaması gereken arızi ve gelişigüzel hükümet kararları ekonomiyi en temel tüketim mallarında, (kahve-mendil-rontgen filmi gibi) darlıklara sokarken, duruma karşı artan muhalefeti önleme girişimleri de anti-demokratik uygulamalara yol açmıştır. Serbest piyasa ekonomisi işleyemeden bir krizle sonuçlanmıştır. İkinci serbestleşmeye geçiş denemesi 1978 krizini izleyerek IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla 1980’li yıllarda yaşanan kargaşadır; ilk üçyılı askeri rejimin, kalan 4-5 yılı da demokrasiyle bağdaşmayan bir siyasal ortamın ürünüdür. Zaten krizden çıkamamış ekonomiye aktarılan serbestleşme girişimleri bir para krizi (1982-83), bunu izleyerek de biriken kısa vadeli dış borçları tasfiye için hükümetin aldığı önlemlerle ekonomiyi duraklatıp krize sokması (1988-89)  ile geçmiştir; bu on yıllık dönemin dört yılı böylece krizli yıllara dönmüştür. Buna, sürekli reel devalüasyonlarla TL’nin üçte bir oranında reel değer kaybı ve hızlanan enflasyon ile vergi almayı iç borçlanmayla ikame çabasının başlattığı iç borç birikimi eklenmelidir. Dış borçlarsa on yılda 14 milyar dolardan 49 milyar dolara, 3.5 katına çıkmıştır.

1978 krizini serbestleşerek atlatma çabalarının olumsuzluğu ortadadır. Buna rağmen, 1988-89 krizini atlatmak için dış dayatmalarla giderek mali piyasaları tam serbestleştirme ve TL’nin konvertibilitesine geçme, böylece sermaye hakeretlerini de her biçimiyle serbest bırakma politikalarının amacının  Türk ekonomisini “düzeltmek” olmadığı açıktır.  Kaldı ki, iktisatçıların bir çoğu, ya GOÜ için mali serbestliğin uygun olmadığı (Bhagwati) ya da mali istikrarını kurmamış ekonomilerde mali serbestliğin istikrarsızlığı daha da artıracağını (Dornbusch)  savunurlar.

1990’lı yıllarda sermaye hareketleriyle birlikte mal-hizmet pazarlarını da tam serbestleştiren Türkiye, günümüze kadar çok dikkat çekici bir deneme yaşamıştır; bu deneme, Latin Amerika ülkelerininkiyle tam örtüşmektedir. 1990’dan 1997’ye kadar iki kriz atlatmak (1991 ve 1994) pahasına da olsa, Türkiye, ekonomisini büyütmüştür; ancak bunun karşılığında artan iç ve dış borçlar, finansal kırılganlığı artırmıştır.  Nitekim 1998’de yeniden girilen kriz ortamında 2000 yılında IMF’nin hatalı politikaları eklenince, borçların artık toplamı GSMH’yı  (2001) aşar olmuştur; borçlar artarken GSMH 1990’lı yılların başındaki düzeye gerilemiştir.

“Küreselleşme”nin “neo-liberal” politikaları sadece Türkiye’yi değil, krizlerle birlikte bütün Latin Amerika’yı da, bir zamanların Asya Kaplanlarını da batırmıştır.

Kısacası, ekonominin yapısıyla bağdaşmayan serbestleşme politikaları son yirmi yılda yaşanan krizlerin temel nedenidir.

İi ) Cari İşlemler Bilançosu Açıkları

Krizlerin hemen öncesinde CİB açıklarında büyük sıçramalar olduğu görülür.  Enflasyon sürerken bunu telafi edecek kur düzeltmesi için TL değerinin düşürülmemesi veya IMF’nin 2000 yılında uygulattığı kur çapası, ya da sermaye girişlerinden ötürü kurun düşmemesi, ihracatı caydırıp ithalatı teşvik ettiği ölçüde, CİB açıklarını (1977, 1987, 1990, 1993, 1997 ve 2000’de olduğu gibi) sıçratan bir etkendir. Sık sık daha önce incelenen dış etkenler de devreye girebilir. Mali serbestlikte, sermaye girişleri, TL’de aşırı değerlenmeyi ve CİB açıklarını büyüten başlıca nedendir. CİB açıklarını büyüten etkenlere karşı, açıkları kısa vadeli dış kredi ile karşılamak Türkiye’de daima ilk adım olmuştur. Döviz kontrolü uygulanan yıllarda ise, dış krediler pahalılaşırken ya da geri çekilirken ithalat kısıtlamalarının artırılması, (1954-58 ya da 1978-79’da olduğu gibi) diğer önlem olmaktaydı; böylece CİB açıkları kısıtlanırken mal darlıklarıyla fiyat artışları, üretim düşüşleri devreye girmekteydi. Serbest döviz piyasalarına geçişi izleyerek bu uygulama imkansızlaşınca, kısa vadeli kredilerin duraklamasıyla birlikte ya da devalüasyon beklentisi doğarken döviz fiyatı patlamaları, krizi tetikleyen başlıca öğeye dönüşmüştür. 1991, 1994 ve 2001 krizleri, sırasıyla 1990’da 2.6, 1993’de 6.3 ve 2000’de 9.8 milyar dolar tutarındaki CİB açıklarını izlemiştir. Bu açıkların GSMH’nın %5’ne varması kriz için tehlike “sinyali” gibidir.  Sermaye girişleri bir süre TL’yi aşırı değerlendirip CİB açıklarını büyütürken, devalüasyon beklentisiyle sermayenin rizikosunu artırdığı ölçüde,  kriz yaratıcı bir etkiye dönüşmektedir.

iii) Kamu İç/Dış Borç Stoku

Kamu kesimi iç/dış borç stokunun GSMH’ya oranı, devletin  (dış dayatmalar gereği) üretim alanından çekilip, iç/dış sermayenin “finansal garantörlüğü”ne ve “zararlarını taşıyıp yararlarını artırmakla görevli bir kurum” olmasına geçiş sürecinde sürekli artmıştır. 1980 öncesi yıllarda bu stok GSMH’nın en çok üçte biri civarındayken, 1980 sonrası sürekli yükselmiş, en şiddetli artış ise 1998-2001 arasında (%69.1’den %125’e) ortaya çıkmıştır. Buna karşılık 1978 krizi öncesi yılların krizlerinde bu öğenin payı yoktur.

Kamu iç/dış borç stoku krizlerle iki yönlü olarak içiçedir; bir yandan krizlerin patlamasında rol oynayan öğeler arasında yer alır, bir yandan da, her kriz bu stoku hızla sıçratan öğeleri devreye sokar. Stok büyüdükçe, 2000’li yıllar başlarken olduğu gibi, devletin krizin etkilerini hafifletecek politikaları uygulamaya sokması da imkansızlaşmaktadır.

Kamu borç stokunun krizleri hazırlayıcı boyutu çok açıktır: Kamu açıklarını karşılamak amacıyla girişilen borçlanma, bankaların kısa vadeli yüksek faizli dış borçlanmasıyla karşılandığı ölçüde, kamu borçlarını kısa vadeli çok yüksek faizli borçlanma biçimine sokmakta, ticari banka sisteminin de rizikosunu artırmaktadır. Kısa vadeli dış borç birikimi artarken kredi faizlerinin artması ve/veya borçların (roll over)   yenilenmemesi ya da bu beklentinin doğması, krizi tetikleyen bir öğedir.

Diğer yandan, krizler aynı zamanda kamu borçlarını sıçratan öğeleri devreye sokar. Bunların başında kısa vadeli özel dış kredilerin krizlerde (IMF ile anlaşma sürecinde) uzun vadeli kamu borcuna, bir “konsolidasyon” işlemiyle ,döndürülmesi (1978 krizini izleyerek olduğu gibi) veya 1980’li yıllarda batma noktasına giren bankaları ve şirketleri kamu bankalarınca, KİT’lere yamayarak kurtarma ya da 1990’lı ve 2000-2002 yıllarındaki banka çöküşlerinde yükü devletin üstlenmesi  kamu borçlarını sıçratan bir öğedir. Aynı zamanda krizde fırlayan döviz fiyatları, dış borçların TL karşılıklarını ve faiz hadlerini patlatırken iç borçların faiz giderleri de sıçramaktadır. Döviz ataklarının spekülatif döviz fiyatları artışlarını durdurmak için, mali serbestlik sürecinde elde kalan başlıca politika aleti faiz hadleridir; devlet göklere tırmanan faiz hadleriyle borçlanarak bu atakları durdurmaya çalışır. 1994 ve sonrası yaşanan krizlerde, dış banka kredilerine tanınan devlet garantisi; 2000’li yılların başındaki krizde döviz bağlantılı kamu iç borçlanması, patlayan döviz fiyatlarının kamu borçlarıyla bağlantısını olağanüstü düzeylere çekmiş bulunuyor.[5]

Kamu borçlarını krizler boyunca, özellikle son krizle birlikte, giderek artıran başlıca öğe banka ve şirketlerin içine düştüğü durumdur. Krizlerde çok sayıda banka ve şirket güç duruma düşmekte, borçlarını ödeyememekte, taahhütlerini karşılayamamaktadır; bu arada kimi kurtarılmak için devletin kucağına düşmekte, kimi tasfiye olurken borçları devlet üstlenmektedir. Bu bağlamda en ağır miras bırakanlar 1958,1978, 1982-83 ve 2000’in son çeyreğiyle başlayan krizlerdir.

1958 krizinde[6] çok sayıda küçük-orta boy şirketle birlikte 7 adet banka iflas etmiştir; 1978’den sonra süren mali krizle birlikte 2 büyük bankerlik kurumu ve 5 adet küçük boy banka batmış, bu süreçte zor duruma giren çok sayıda büyük boylu özel şirket ya kamulaştırılmış ya kamu bankalarına devredilmiş veya kredilerle ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Fakat rekor, 1998’de başlayıp 2000’in son çeyreğiyle giderek derinleşen krizdedir; rekor, batanların sayısı kadar kamuya bindirilen yük ve araya karışan yolsuzluk olaylarındadir. 2002’nin ilk yarısına kadar olan sürede batan banka sayısı 21’dir, devlete getirdiği yükse 25-30 milyar dolardır; buna krizde işsiz kalan 1 milyon ile birlikte toplam 2 milyon kişinin ve batan 120-130 bin işyerinin vergisinden devletin yoksun kalması eklenmelidir.  Devletin yükünü artırırken gelirini azaltan kriz süreci, buna çözüm üretmeyi de güçleştirmektedir.

1994 krizinin devlete ve ekonomiye getirdiği yüklere ayrıca değinmek gerekir. Bu krizde başlayan süreçlerin daha sonra da etkilerini sürdürmesi krizin başlıca özelliğidir. Etkilerin başında, kredi veren yabancı bankalara “devlet garantisi” verilmesi, ödenemeyen özel kredileri devletin ödemeyi üstlenmesidir. İkincisi, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) yoluyla devletin (belirgin sınırlamalarla da olsa) banka paniklerini önlemek için banka mevduatlarının garantörlüğünü yapmasıdır. İktisat kuramında “saflığın tehlikesi” (moral hazard) diye bilinen bir ortam yaratan bu iki olgu, [7] 1990’lı yıllarda katlanarak artan banka sayısı kadar,  izleyen krizde batan bankaların çokluğu ve getirdikleri yüklerin de başlıca nedenidir. Tabii buna, yeterince incelenmeyen banka kuranların kimlikleri, bankaların özsermaye yeterliği, yaptıkları işlemlerin izlenmemesi ya da denetçiler bunları izliyor ve raporluyor olsa da üst makamlarca gözardı edilmeleri gibi olgular da eklenmelidir.

Kısacası, kamu borç stokunun giderek büyümesi, 1990’lı yıllardan itibaren hem yeni krizleri hazırlayan bir nedendir; hem de her krizin giderek büyüttüğü, bu arada, özel kesim rizikolarının da bedelinin karşılığı olduğu bir sonuçtur.

Oysa 1929 krizini yaşarken, devlet (1932’de varılan anlaşmayı izleyerek) Osmanlı’dan devralınan Düyunu Umumiye borçlarını ödemeye, bu arada, Lozan Antlaşması’nda görüş birliğine varılamayan yabancı “İmtiyazlı şirketleri” de kamulaştırarak buna çözüm üretmeye geçmiştir. Ayrıca dünya kriz yaşarken GSMH’da hızla artmıştır.  Bu nokta, kamu borçlarıyla krizler arasındaki ilişkide, ekonomi politikası farklarının önemini gösterir. Tabii, bu krizde, IMF/Dünya Bankası gibi bir dış dayatmacı kredisi veren de yoktur.

 

  1. iv) Bankaların ve şirketlerin kısa vadeli dış borçları

Krizleri hazırlayan süreçte, CİB açıklarıyla birlikte kısa vadeli dış borçlarda da hızlı artışlar görülür. Bunların cüzi bir kısmı kamu kaynaklıdır, büyük kısmı özel borçlar niteliğindedir. Yenilendikleri (roll over) sürece, bileşik faizle çığ gibi büyürler ve kredi verenlerin rizikosunun giderek arttığı bir evreye girilir. Reel faizleri artar, süreleri kısalır ve bir noktada yenilenmez olurlar, hatta kredilerde geri çekilişler başlar. İşte, bunların faizlerinin ödenemiyor olması krizi patlatır.  Krizler, genelde, bunların geri ödenmesini sağlayacak CİB fazlalarıyla sürer. Ekonomideki duraklama/gerileme ve artan işsizlik iç talebi daraltırken ve  fırlayan faiz haddi ile döviz fiyatı ithalatın kısılıp ihracatın teşvikini yaratırken, CİB fazlası doğar; kısa vadeli borç stoku azaltılır. Bunların geri ödenme olanağının bulunamamasıysa (1958’de ve 1978’de IMF ile anlaşma öncesinde olduğu gibi) ülkeyi “moratoryum” ilanına götürür. Dünya finans piyasası açısından, bu çok ciddi bir durum sayılır. Mali serbestlik, devletin ve iş dünyasının hesap bilmezliğiyle tamamlandığında, kısa vadeli dış borçları, ülkenin finansal dengelerini bozan başlıca etkene dönüştürmektedir. Kısa vadeli dış kredilere dayanarak verilen kısa vadeli iç kredilerse,  kamu ile özel kesimleri  kısa vadeli kredilerle yaşar duruma getirdiği ölçüde, bütün ekonomi düzleminde rizikoları büyüten ve krizi hazırlayan öğeye dönüşmektedir. Çünkü,  (yüksek riziko primi dolayısıyla) yüksek faizli bu borçlar yenilenirken ödemeler (bileşik faizle) çığ gibi büyür ve ödenmeleri olanaksız hale girer. (Bunların kamuya getirdiği yük önceki paragrafta incelenmiştir.)

 

  1. v) Makro-ekonomik istikrarsızlık

Türkiye, mali piyasaları denetimli planlı ekonomi uygulandığı 1930’lu ve 1960’lı yıllar dışında, makro-ekonomik istikrarı koruyamamıştır. Bunun en iyi göstergesi, gündemden düşmeyen yüksek oranlı enflasyondur. 1980’li yıllarda önce (istikrar programı uygulandığı sürede) düşüşe geçmişken, tekrar ivme kazanmış, 1990’lı yıllardaysa (ortalama yılda %70’lere varan) yüksek bir oranda süreğenleşmiştir. 2000’li yılların başındaysa, krize çözüm üretmek yerine enflasyonu indirmek çabası öncelik almıştır.

Enflasyon, sermayenin rizikosunu artıran bir olaydır; nedeni, gelir-gider tahminlerinde yanılma payını büyütmesi, nispi fiyatları çarpıtması, gereken önlemler enflasyon muhasebesi gibi, uygulanmıyorsa firmaların karlılık hesaplarını yanıltıcı duruma getirmesi ve genelde, toplumda gelir bölüşümünü bozarken belirsizlikleri büyütmesidir. Birkaç ülke dışında yıllık ortalama fiyat artışının tek haneli düzeyde seyrettiği 1990 sonrası dünyada, Türkiye’nin süreğen yüksek ve değişken oranlı bir enflasyonu yaşaması, ekonomik hesaplarda yanılma payını artırdığı ölçüde, krizlerde rol oynayabilmiştir. Fakat enflasyonun ivme kazanması, tıpkı iç/dış borçlar gibi, aynı zamanda krizlerin bir yan ürünüdür. Çünkü, fırlayan döviz fiyatları ve faiz hadleri, “maliyet enflasyonu” yaratır. Nitekim kriz yıllarında TEFE’deki artış TÜFE’dekini aşar. Bunlara üretim düşüşünün fiyat artırıcı etkileri eklenir. Gerçekten de (İkinci Dünya Savaş yılları hariç) Türkiye’de fiyat artışlarının yılda  %50’yi aşması, ilk kez 1978 krizinde ortaya çıkmış, 1980’de yüksek oranlı  devalüasyon ve KİT ürünleri fiyatlarını artırma, faiz hadlerinin serbestleşince fırlaması gibi nedenlerle birlikte bu hız %100 geçmiştir; fiyatların tekrar %100’ü geçmesiyse (yılda %120 artış ile) 1994 krizini, sadece kamuda geçmesiyse 2001’in son çeyreğini beklemiştir. Kısacası fiyat enflasyonu, makro-ekonomik bir istikrarsızlık göstergesi ve riziko belirsizlik kaynağı olarak krizlere neden olabilse de, aynı zamanda onun ürünüdür.

III- Dış ve İç Etkenlerin Rolü Konusunda Bir Karşılaştırma

Tablo I ve Tablo II, dış ve iç etkenler olarak incelediğimiz öğeleri belirli kıstaslara göre tartılandırarak (Bkz: Tabloların ekleri) her krizde bunların göreli payını, hangi etkenin hangi krizde daha büyük rolü olduğunu tahmin etme çabasıyla hazırlanmıştır. Buna göre, dış etkenlerin en önemli rol oynadığı krizler öncelikle 1978  ve onu yakından izleyerek de 1929 ile 1991 yılındakilerdir; en az etkili olduklarıysa 1988-89 ile 1999[8] ve 2000 yılı krizleridir. Bununla birlikte, geri kalanlarda da ihmal edilemeyecek etkileri bulunmaktadır. İç etkenlerin daha ağırlıklı gözüktükleriyse, 1994 ve 2000 yıllarında yaşanan ve bütün iç etkenlerin birilkte aynı ağırlıkla katıldığı krizlerdir; bunları yakından 1988-9 ve 1991 krizleri izlemektedir. Krizlerin çoğunda iç ve dış etkenler birbirine yakın ağırlıktadır: 1958, 1982-3, 1991, 2001 buna örnektir.

Dış etkenler arasında hemen her krizde kısa vadeli sermaye kaçışları/çekilişleri, onu izleyerek de dış pazarlarda durgunluk ve/veya savaş ile reel faiz haddi artışları yer almaktadır. İç etkenlerdeyse, yine her krizde ekonomi politikalarında kriz öncesi serbestleşmeyi getiren politikalar ile kısa vadeli banka/şirket borçları birikimi mevcuttur; makro-ekonomik istikrarsızlık bunlara yakın ağırlıktadır.

Dış etkenler arasında en az sayıda krizde rol oynayan DTH’de ortaya çıkan aleyhe dönüşler, iç etkenlerdeyse kamu iç/dış borç stoku / GSMH oranıdır. Bazı iç etkenlerin bazı krizlerde hiç rolü olmazken (1998 ve 1999’da CİB açıkları, ya da 1958 ve 1978

krizlerinde kamu borç stoku gibi), bazı dış etkenler için de aynı durum geçerlidir. Örneğin DTH’de aleyhe gidiş 1988-9, 1994 ve 1998 krizlerinde, ya da rekabet gücünü kıran diğer ülke devalüasyonları 2000 ve 2001’de etkisizdir.

Genelde süreğen nitelikli uygunsuz ekonomi politikaları, özel kısa vadeli dış borçlar, makro-istikrarsızlık gibi olaylar dolayısıyla, iç etkenlerin daha çok sayıda krizde tekrarlandığı,  bu nedenle etkenlerin tümü arasında daha ağırlıklı gözüktüğü söylenebilir. Ancak hiç bir krizin dış veya iç etkenlerden tümüyle bağımsız olmadığı, bu ikisinin içiçe geçtiği karmaşık bir süreç yarattığı ortaya çıkmaktadır. Ancak krizi patlatan “tetikleme” olayı, sermaye kaçışları/çekilişlerine ivme veren  bir iç/dış etkene bağlıdır; ve, hemen her krizde rol oynamıştır.

IV- Krizlerin 2000’li yılların başında Türkiye ekonomisini getirdiği  nokta ve IMF/DB’nin rolü

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle 1978 ve izleyen yıllarda yaşadığı krizler sadece birkaç yılda atlatılan geçici olaylar olarak kalmadı. Batı kapitalizmindeki krizler konusunda bir çok iktisatçının söylediği olumlu sonuçlarıysa  ilk iki kriz hariç, hiç getirmedi; Bu sav herhalde ancak  1929 ve 1958 krizlerinin getirdiği büyük ekonomi politikası dönüşümlerinin, ekonomiyi uzun süreli büyüme için sağlam bir temele oturtması bağlamında geçerli olabilir, fakat 1978 ve sonrakiler için kesinlikle sözkonusu olamaz. Nedeni iki sonuçla ilişkilidir: Birincisi, ekonomi düzleminde krizlerin  birikimli olumsuz  sonuçlarıdır; İkincisi, siyasal düzlemde Türkiye’yi istenen bütün tavizleri verme zorunluğunda bırakması, bunların da etkilerini izleyen yıllarda sürdürmesidir. IMF ve Dünya Bankası, 1978 ve izleyen yılların krizlerinde, kredileri verirken ekonomiyi dış dünyanın, uluslararası sermayenin gereklerine uyduracak “yeniden yapılanma” koşullarını getirmiş; ek kredileri veren Batı dünyası da (OECD) siyasal tavizleri buna açıkça eklemiştir. Aşağıda bu konulara kısaca değinilecektir.

1) Krizlerin bıraktığı ekonomik miras:

Batı kapitalizminde krizlerin geride olumlu miras bıraktığı (Marxist iktisatçılar dışında) kabul edilir. Bir kere rekabet gücü düşük firmalar tasfiye edilmiş, geride yüksek rekabet gücü olanlar kalmıştır; ikincisi ayakta kalanlar, rekabet güçlerini yükseltecek nitelikte önlemleri devreye sokmuşlardır; öyle ki, firma birleşmeleri ya da zayıfların ele geçirilmesi yoluyla firma ölçekleri giderek büyümüş, yeni pazarlar açılmış, yeni teknolojiler maliyetleri düşürmek, yeni mallar yaratmak ya da yeni tekel – gücü kazanmak amacıyla yaratılmış ve uygulamaya sokulmuştur. Bunun sonucunda rekabet gücü yükselmiş, pazarları genişlemiş olarak ekonomi, yeni bir ivmeyle artık tekrar büyüme sürecine daha güçlü olarak başlayabilir. Bunlara, başta ABD Batılı ülkelerin, dünyayı kendi ihtiyaçlarına uygun düşen yeni kalıplara sokma ve bunlardaki olumsuz etkileri gözardı edebilme güçleri eklenmelidir. “Küreselleşme” bu bağlamda en yakın örnektir.

Türkiye’nin yaşadığı krizlerin bıraktığı ekonomik mirası değerlendirmek amacıyla Tablo III hazırlanmıştır. Mirası değerlendirmek için kullanılan göstergeler krizi izleyen 5 yıllık sürede (reel) büyüme hızı, krizi izleyen üç yıl zarfında ekonomide ortaya çıkan yapısal dönüşüm (GSMH’da sınai katma değer payında, ya da ihracatta mamul mal payında ve ihracatta teknoloji yoğun mal payında artış); gelir bölüşümünde iyileşme (krizi izleyen 3 yılda tarımda çalışan göreli ya da mutlak nüfusta azalma, kentsel sınai istihdamda mutlak artış, reel ücretlerde artış); ve iç/dış borç yükünün azalmasıdır. (Bu göstergeler için geniş açıklama Tablo III’ün ekindedir.)

Tablo III’e göre geride en olumlu miras bırakan kriz 1929 krizidir, bütün göstergeleri 1 puan göstergeler toplamı 4 puandır. Ekonomi hem izleyen 5 yılda en az ortalama %5 hızla GSMH artışı yaşamış, hem GSMH’da sınai katma değer payı artmış, hem dış borçların (Osmanlı borçları) GSMH’ya oranı azalmış, hem de sınai istihdam artışı yaşanmıştır. 1958 krizinin ekonomik mirası da bu kadar olmasa da iyidir; puan toplamı 3 1/2 ‘dır. Dış borçlar artsa da hiç olmazsa kısa vadeli borçlar kısmen ortadan kalkmıştır; izleyen yıllarda ekonomi hızla büyümüş, yapısal dönüşümler yaşamış, gelir bölüşümünde de göreli bir iyileşme olmuştur. Yapısal dönüşüm ve gelir bölüşümü iyileşmesi, sırasıyla sınai katma değer payının artması, sanayideki istihdamın artması ve reel ücretlerin ve  tarım gelirinin artışıyla ilgilidir.

1978 kriziyle birlikte krizlerin mirasının giderek kötüleştiği görülmektedir: Bir kere bunlardan sonra ya büyüme hızı düşük kalmakta ya da hızlı olsa da sadece birkaç yıla inhisar etmektedir. 1983-87 arası ekonomi %5’e yakın büyüse de bu hız ve süre tekrarlanmamıştır. Gözlenen yapısal dönüşüm özellikle 1982 sonrasında mamul mal ihracatının ihracat payının hızla yükselmesiyle ilgilidir. DTH’nin hızla tarım aleyhine döndüğü bu yıllarda Türkiye bu yapısal dönüşümü yapamasaydı, ihracatın artması mümkün olmayacak, dış borç ödemeleri çok büyük sorunlar çıkaracaktı. 1980’li yıllar, bu bağlamda daha önceki yıllarda kurulan ve krizde atıl kalan kapasiteleri devreye sokarak bu yapısal dönüşümü yaşayabildi, yoksa kendi dürtüleriyle sanayileşmeye büyük bir ivme vererek değil. Bu dönemde, Türkiye’nin bir takım hizmetlerin (başta turizm ve müteahhitlik hizmetleri) ihracatını da artırmaya geçerek ihracatta bir diğer yapısal dönüşüm yarattığı da belirtilmelidir. Yapısal dönüşümün ekonomik maliyetiyse sürekli devalüasyonlar (yozlaşma yaratan) büyük ihracat teşvikleri, reel ücretlerin düşürülmesi olmuştur. Ancak bu bağlamda kalıcı bir olumlu dönüşümün gerçekleştiği de bir gerçektir.  1980’li yıllarda krizlerin puan toplamı 2 ve daha düşük düzeydedir; en düşük puanlar gelir bölüşümündeki iyileşme ile iç/dış borç yükü azalışında, en yüksek puanlarsa yapısal dönüşüm göstergesindedir.

1990’lı yılların krizlerinde, oysa, özellikle 1994’ten sonra olumlu hiç bir miras yoktur. 1991 ve 1994 krizleri kendilerinden sonra sadece sırasıyla, 2 ve 3 yıllık hızlı büyümeye yer bırakmıştır.  Ayrıca, bir miktar yapısal dönüşüm ve bölüşüm iyileşmesi de görülüyor. Ancak Tabloda gösterilmeyen çok sayıda olumsuzluğun da negatif mirasa eklenmesi gerekir. 1994 krizi finansal darboğaza düşen şirketlerin (başta süt ürünleri sanayiinde) hızla yabancılara satışıyla, TMSF’nin devreye girmesiyle, kitlesel işten çıkarmalarla, yabancı bankalara verilen taahhütlerle çok sayıda olumsuzluğa kapı açmıştır. Yine de  kriz 9-10 ayda atlatılmış, izleyen 3 yıl ekonomi hızla büyümüştür.  Ne var ki, Tablo III’de gösterilmeyen diğer olumsuzluklar bakidir.

1998 krizi ve izleyen 2001 krizinin olumsuzluklarıysa daha önceki bütün krizlerin ötesinde kötü bir miras bırakmıştır.  Her yılı ayrı bir kriz kaynağı olan bu dönemde hiç bir yılın puan toplamı 1’e dahi varmadan ½’da kalmakta, bu da ihracatta, daha yüksek katma değerli malların payındaki artışla ilgili olarak, yapısal dönüşümden kaynaklanmaktadır. Buna

karşılık, Tablo’da gösterilmeyen çok sayıda olumsuzluk vardır. Bir kere, yüksek vasıflı işgücünün kitlesel işsizliğine tanık olmuş bulunuyoruz; bankacılık gibi imalat sanayii de binlerce çalışana yol vermiş, bu beyinleri yitirmiştir. [9] Finans kesimi çok büyük yara aldığı gibi iç/dış borç oranı da GSMH’yı aşar duruma gelmiştir. Türkiye’nin yıllık dış borç servisi tutarı neredeyse mal ihracat gelirine yaklaşmaktadır. Türkiye yatırım yapma gücünü yitirmektedir. Kriz öncesi sahip olduğu bankalar/şirketler finans darboğazını aşamadığı, KİT’ler de özelleştirilme süreci yaşadığı için, ekonomi hızla yabancıların eline geçmektedir. Diğer bir deyişle Tablo III’de her ne kadar bu döneme ilişkin bir miktar puan görülüyorsa da, rakama dökülmemiş çok sayıda negatif puan bulunmaktadır. Ekonomik mirası ekonomik düzlemde en kötü olan krizin 1998’de başlayan ve 2000’lerin başında da süren kriz olduğuna kuşku yoktur.

2) Krizlerin Siyası mirası:

1929 krizi dışındaki bütün ekonomik krizlerin ağır bir siyası miras bıraktığı da bir gerçektir. Bu mirasın bir önemli öğesi demokrasinin tahribi, diğeri olağan koşullarda uygulanmayacak politikaların dayatmalarla uygulatılmasıdır.

  1. Bir kere, Soğuk Savaş yıllarında yaşanan ve IMF ile Dünya Bankası yanında OECD fonları ile de desteklenen 1958 ve 1978 krizlerini askeri darbe ve demokrasinin askıya alınması, partilerin kapatılması izlemiş; toplum uzunca bir süre bu müdahalenin yarattığı ciddi çalkantılarla sarsılmıştır. Çalkantıların en ağır biçimde hissedildiği kurumların başında üniversitelerin öğretim kadroları gelmektedir. Bu sarsıntıların etkilerinin çok uzun süre devam ettiği ve bilinmektedir. Bazı gözlemciler 1990’lı yallardaki siyasal istikrarsızlığın kökeninde siyasi partilerin kapatılmasının yattığı kanısındadir. Bunlara gençliğin aldığı ciddi yaralar eklenmelidir.

İkinci etki alanı 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte işçi sendikalarıdır; DİSK’in tasfiyesi, mallarına el konulması yoluyla sendikal hareketin aldığı ağır yaralardır.

Ancak aynı ölçüde önemli olan, yine 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte, Türkiye’nin ekonomi politikalarının tamamıyla siyasal iktidarın iradesinden çıkıp, IMF ve Dünya Bankası’nın tekeline girmesi; ve çok zaman kendi çıkarıyla bağdaşmayan, mantık dışı olan ekonomi politikalarının dayatılmasıdır. Bunun en çarpıcı örnekleri 1998’de başlayan krizi izleyerek Aralık 1999’da IMF ile imzalanan stand-by anlaşmasıdır; 2000 başında devreye sokulan (“kur çapası” temelli) ekonomi politikaları 2001’deki şiddetli krizi hazırlamış,[10] Türkiye aldığı kredilerle karşılanamayacak gelir kaybı artı borç artışı yaşamıştır ve 2002’de de yaşamaktadır. Artık Türk ekonomisi Türk halkının hizmetinde değildir; İktidardaki hükümet de, dolayısıyla, Türk halkının aleyhine olabilecek uygulamaları yürütmek durumunda kalmaktadır;  hükümet pek çok alanda alınan kararlara dahi katılmıyor, “kurul”lar yoluyla bunlar siyaset dışına itilmiş bulunuyor.

“Ekonomiyi güçlendirme programı” yaftasıyla IMF/DB kanalından uygulatılan politikalar, kurulu ekonomik yapıyı, başta tarım kesimi, tasfiye amaçlı gibidir. Bu programın uygulanması tamamlandığında Türkiye şimdi ihraç ettiği pek çok ürünü ithal etmek zorunda kalacaktır. Ayrıca, krizler sürerken  üretim/hizmet kesimleri büyük ölçüde uluslararası tekellerin eline geçmiş olacak, Cumhuriyet’in tasfiye ettiği ekonomik yapı geri dönmüş olacak gibi gözükmektedir.

Krizler, ekonomiyi, IMF/DB kredilerine muhtaç bıraktığı ölçüde, eş – anlı olarak, dış karar merkezlerinin çıkarlarını tatmin etme durumuna sokmaktadır.

  1. Krizlerin, siyasi tavizler verme yolunda Türkiye’yi baskı altına sokması, 1978 krizini izleyen askeri darbeyle birlikte çarpıcı boyutlara gelmiştir. Türkiye’nin vetosunu kaldırarak NATO’nun (ABD’nin) istediği gibi Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü taviz almaksızın onaylaması; ABD gözlem uçakları U2’lerin Türkiye’de konuşlandırılmasına olanak tanıması bu bağlamda çarpıcı örneklerdir.

1998 krizini izleyerek (Aralık 1999’da stand-by anlaşması imzalanırken) uluslararası “tahkim”in Anayasa değiştirilerek kabulü ve Danıştay’ın bir danışma kuruluna indirgenmesi; GATT-Uruguay turlarında kabul edilen tarım politikalarını (gelişmekte olan ülkelere tanınan tavizleri bir yana bırakıp) en ileri biçimde uygulamak zorunda kalması; en önemlisi, ABD’nin Irak’ta yapmayı tasarladığı savaşta ve işgalde, hem ekonomik hem siyasal açıdan uğrayabileceği kayıplara rağmen katılmak durumunda kalacak olması bu tavizlere çarpıcı örneklerdir. Krizle ekonomisi bu kadar zayıflamış, IMF/DB’den ABD desteğiyle büyük krediler almış bir devletin, ABD taleplerine “hayır” deme gücü olmayacağı açıktır.

1929 krizini izleyen yıllarda ekonomisini, yeni tarım kurumları yaratarak, tarım politikaları uygulayarak; imalat sanayiini geliştirerek; alt-yapısını yabancılaşmadan kurtarararak Türkiye siyasal bağımsızlığını pekiştirmişti. İkinci Dünya Savaşı’na katılmadan tarafsız kalabilmesini, attığı bu sağlam temellerle mümkün kılmıştı. 1978 krizi ve onu izleyen diğerleri, özelikle yaşadığımız son krizlerin ekonomiyi getirdiği nokta gerçekten düşündürücüdür. Açık olan nokta şudur: Türkiye’nin bir yeni kriz daha yaşaması söz konusu olmamalıdır.


TABLO I

Dünya Olayları ve Krizler

Pazarlarda Ekonomik durgunluk ve/veya savaşDTH’de aleyhe gidişPazarlarda ve/veya Rakiplerde devalüasyonReel Faiz haddi artışlarıKV’li* sermaye kaçışı ve/veya çekilişiDış Toplam
1929-3111½½14
1958-61½1½½13 ½
1978-81111115
1982-3½½11½3 ½
1988-9½0½½½2
19911½½

114
1994½01113 ½
1998101½13 ½
1999½½½½½2 ½
2000½½0½12 ½
20011½0113 ½

Toplam85 ½

6 ½

89 ½

Kaynak: DIE, DPT ve TCMB

  • KV: Kısa vadeli

TABLO II: İç Etkenler ve Krizler

Uygunsuz ek polCİB açıklarıKamu iç-dış borçlarıBk/şirket KV dış borçlarıMakro-ek istikrarsızlıkİç Toplam
1929-3111½ *½03
1958-611101½3 ½
1978-81110114
1982-31½½114
1988-911½114 ½
199111½114 ½
1994111115
1998101114
1999101114
2000111115
2001101114
İç Toplam117 1/2710 1/29 1/2

Kaynak: DIE, DPT ve TCMB

  • Osmanlı borçları bağlantılı tahmini değerlendirmedir; bu yıllar için GSMH tahminleri de çok güvenilir değildir.

Tablo III

Krizlerin ekonomik mirası
İzleyen 5 yıl hızlı büyümeOlumlu Yapısal dönüşümBölüşümde iyileşmeİç ve Dış borç yükü azalışıToplam
1929-3111114
1958-61111½3 ½
1978-810½0½1
1982-8311002
1988-89½½001
1991½½½01 ½
1994½½½½2
1998*0½00½
19990½00½
20000½00½
200101/200
Toplam4 1/2732

Kaynak: DIE, DPT ve TCMB

*1998 krizinin izleyen yıllardaki uzantıları o yıla ilişkin sonuçlarla değerlendirilmişti

Tablo Ekleri

Tablo I’deki başlıklar ve rakamlar ile ilgili açıklama:

Pazarlarda ekonomik durgunluk: Avrupa ve ABD’de GSMH artışı yılda, %1’in altındaysa 1 puan %1-2 arasındaysa ½ puan, , %2’nin üstündeyse 0 puan;

DTH’de aleyhe dönüş: %10-20 arasındaysa 1 puan; %5-10 arasındaysa ½ puan, %5’in altındaysa 0 puan;

Pazarlarda ve rakip mal satanlarda yerli paraların devalüasyonu: ihraç pazarı olan veya bu pazara benzer malları/hizmetleri satan ülke paralarının %20 veya daha yüksek oranda devalüasyonu 1 puan, %10-20 arası ½ puan, %10’un altında 0 puan;

Dünya veya bölgesel ya da Türkiye için kredilerde reel faizlerindeki fırlamalar: reel faiz %10’un üstündeyse 1 puan, %6-10 arasındaysa ½ puan, %6’nın altındaysa 0 puan;

Kısa vadeli sermaye kaçışı veya çekilişi: ihracat gelirinin %10’nu aşan net çıkış 1 puan, %5-10 arasında çıkış ½ puan, %5’in altında çıkışı 0 puan;

 

Tablo II’deki başlıklar ve rakamlarla ilgili açıklama

Uygunsuz ekonomi politikaları: Kriz öncesi yıllarda dış ticaret ve/veya mali piyasalarda (kişisel değerlendirmeme göre) dönemin ekonomisinin taşıyamayacağı çapta ve nitelikte serbestleşme yapılması 1 puan; mali piyasaları denetimli planlı ekonomi 0 puan;

CİB açıkları: CİB açığı GSMH’nın %4’nün üstündeyse 1 puan, %2-4 arasındaysa ½ puan, %2’nin altındaysa 0 puan;

Özel kısa vadeli dış borçlar: özel kısa vadeli borçların krizde konsolide edilip, IMF ile anlaşma çerçevesinde uzun-orta vadeli kamu borcuna d önüştürüldüğü durumlarda, bu borçlar özel borç sayılmıştır; çünkü hesaba katılan borçlar kriz öncesi yıldaki kısa vadeli birikimdir. Bunlar toplam net uluslararası rezervlerin %75 ve daha fazlasına eşitse 1 puan, %50-75 arasıysa ½ puan, %50’nin altındaysa 0 puan;

Kamu iç ve dış borçları: Bu toplamın GSMH’ya oranı %50’nin altındaysa 0 puan, %50-60 arasındaysa ½ puan, %60’ın üstündeyse 1 puan; %60’lık sınır AB’ın kamu borçları için koyduğu sınırdır.

 

Makro – ekonomik istikrarsızlık: (Bunun göstergesi olarak) yıllık enflasyon oranı %20 ve daha fazlaysa 1 puan, %10-20 arasındaysa ½ puan, %10’un altındaysa 0 puan.

Tablo III’deki  başlıklar ve rakamlarla ilgili açıklama:

Hızlı büyüme; krizi izleyen en az 5 yıllık sürede ekonomi yılda ortalama en az %5 oranında reel GSMH artışı yaşadıysa 1 puan; eğer %5 artışı sadece 2-4 yıl yaşadıysa ½ puan, 2’den az yıl yaşadıysa 0 puan; veya GSMH artışı %3-4’de kaldıysa süreden bağımsız olarak  ½ puan; %3’ün altındaki büyüme 0 puan almıştır.

Yapısal dönüşüm: üç bağlamda düşünülmüş, bunların herhangi birinin gerçekleşmesi ayrı ayrı ele alınmıştır. Burada kıstas GSMH’da sınai katma değer payının veya ihracatta mamul mal payının ya da teknoloji-yoğun malların ihracat payının krizi izleyen 3 yılda sürekli artışıdır. Eğer bunların sadece birincisi varsa 1, eğer hepsi varsa yine 1 puan, sadece ikinci veya sadece üçüncüsü varsa ½ puan almıştır. Eğer bu üç öğeden hiçbiri yoksa sıfır puan almıştır.

Gelir bölüşümünde iyileşme: bunu ancak bazı göstergelere göre saptamak mümkün olabilmiştir. Bu göstergelerden herhangi birindeki olumlu saydığımız yönde değişme gelir bölüşümünde iyileşme sayılmıştır. Krizi izleyen 3 yılda tarımda çalışan göreli ya da mutlak faal nüfus payında azalma; sınai istihdamda en az 20 bin kişilik artış; reel ücretlerde en az %5 artış. Eğer bunların hepsi bir arada gerçekleşiyorsa, bu, 1 puan; eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşiyorsa ½ puan verilmiştir. Eğer herhangi biri gerçekleşirken aynı zamanda atıl işgücü oranı yükseliyorsa ya da hiçbiri gerçekleşmiyorsa 0 puan almıştır.

İç/dış borç yükü azalışı; yine GSMH’’ya oran olarak ölçülmüştür. Eğer bu oran toplam olarak düşüyorsa 1 puan; eğer bu oran düşmese de kısa vadeli dış borçlar mutlak olarak azalıyorsa ½ puan, eğer azalmak bir yana borçların GSMH’ya oranı artıyorsa 0 puan verilmiştir.

kaynak:

Prof. Dr. Gülten Kazgan

(İstanbul Bilgi Üniversitesi)

 

25-26-27 Eylül,

DEGEV-Türkiye İş Bankası

İstatistik Kaynaklar:

DIE: Çeşitli yayınlar

DPT: Çeşitli yayınlar

TCMB: Çeşitli yayınlar

 

Makaleler ve Kitaplar

Kazgan, G, “Türkiye Ekonomisinde Strüktürel Değişme: 1950-1960” İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt XXIII, Sayı 3-4, İstanbul

Kazgan, G, “Türk Ekonomisinde 1927-1935 Depresyonu, Kapital Birimi ve Örgütleşmeler” Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları: 1923-1938, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Mezunları Derneği, İstanbul 1977

Kazgan, G, “ Türk Ekonomisi’nin Dışa Açılması ve Bankalar Sistemi”, Bankacılık Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1981

Kazgan, G., Ekonomide Dışa Açık Büyüme (2. baskı), Altın Kitaplar, İstanbul, 1988

Kazgan, G., Tanzimattan 21. yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2002

[1] Bu rakamlara, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, özellikle 1941-5 arası yaşanan ekonomide daralma yılları dahil değildir. Aynı şekilde, 1965-70 yılına kadar süren GSMH ve ihracatta tarımın egemenliği dolayısıyla, olumsuz dışsal şartların (bitki, hayvan hastalıkları, kuraklık gibi) yol açtığı GSMH düşüşleri ya da 1999’da yaşanan depremlerin yarattığı yıkım krizler arasında incelenmemiştir.

[2] Örneğin 1974’de petrol krizini izleyerek Alman Markı ve İsviçre Frangı dolara karşı sürekli değer kazanmış, Türkiye’nin kısa vadeli DÇM borçlarında bunlar ağırlıklı olduğu için de kısa vadeli borçlar dolar üzerinden giderek ağırlaşmıştır. Ancak, bu etkiyi pek ölçemediğimiz için metinde ayrıca üzerinde durulmamıştır. Örneğin Birinci petrol krizini izleyerek (194-1978) Alman markı ve İsviçre frankı dolar karşısında sürekli değer kazanmış; Türkiye’nin DÇM borçlarında bunlar ağırlıklı olduğu için de kısa vadeli borç dolar üzerinden giderek ağırlaşmıştır. Buna karşılık 1929 krizi yıllarında tersi geçerli olmuştur: Osmanlı borçlarının büyük kısmı fransız frangı ile ödenecek iken bunun devalüasyonu, kriz yıllarında borç ödeme yükünü hafifletmiştir.

[3] Sadece ekonomik değil, grevler gibi toplumsal ya da hükümetin düşmesi gibi siyasal olaylar da sermayenin rizikosunu artırır.

[4] Eldeki verilere gore ekonomide serbestleşmenin devrede olduğu  “son 20 yılda, 93 ülkede 113 finansal kriz yaşandı ve kamudan mali sisteme aktarılan kaynak 1 trilyon doları buldu. (Özgürlük ve Eşitlik Gelecek dergisi, s.4, No4, Ağustos 2002)

[5] 1970’li yıllarda sıfıra yakın olan iç borç reel faiz hadlerinin 1980’li ve 1990’lı yıllarda sürekli yükselerek 1990’ların ikinci yarısından sonra %30’a, 2000’in son çeyreğiyle başlayan krizde %35 düzeyine varması; TL/dolar kuru 24 Ocak  1980 devalüasyonunda 47.10  TL/dolar iken 2001’deki d evalüasyonu izleyerek 1.6-1.7 milyon TL’ye fırlaması ve TL’nin tartılı reel efektif kurunun  1990’lı yıllarda %20-25 oranında reel değer yitirmesi, sadece bu iki kaynaktan kamu borç stokuna binen yükü göstermeye yeter.

[6] 1958 krizinde batan bankalar Sanayi Bankası, Esnaf-Kredi Bankası, Doğubank, Türkiye Birleşik Tasarruf ve Kredi Bankası, Tutum Bankası, Raybank, Türkiye Kredi Bankası; 1978’de başlayan krizi izleyen para krizinde çok sayıda küçük boylu banker, iki adet büyük bankerlik kuruluşu (Kastelli ve Meban) ve beş banka (Hisarbank, Odibank, İstanbul Bankası, İşçi-Kredi Bankası, Bağbank); 1994 krizinde 11 adet aracı kurum ve üç adet banka (Impexbank, Marmarabank, TYT bank) batmıştı. 1998’de başlayıp 2000’in son çeyreğiyle derinleşen krizde batan banka sayısı  tam 21 adettir ve aralarında Demirbank ve Pamukbank gibi Türkiye’nin en büyük bankaları vardır.

[7] Saflığın tehlikesi şöyle ortaya çıkar: Devletin verdiği mevduat garantisi, mudileri, faizleri en yüksek olan bankaları seçerken buna bağlı rizikolara tümüyle gözardı etmeye; kredi verenleriyse, kredilere en yüksek faizi verenleri seçerken bunların rizikosu yüksek işlemlerini gözardı etmeye sevkeder. Böylece, rizikoların yüksekliği yanında bu işlemlerin giderek yayılması, izleyen krizde çöküşleri ve tabii, devlete binen yükleri çok artırır.

[8] 1999’da depremin getirdiği yıkımın Marmara Bölgesi’nde, yani GSMH’nın büyük kısmının yaratıldığı bölgede yoğunlaşmasının GSMH’daki şiddetli düşüşte, tabii payı vardır; dolayısıyla da bu düşüşte “ekonomi-dışı”, yani ekoonmiye dışsal bir etken söz konusudur. Ancak, bu, “dünyadan yansıyan” anlamında bir dış etken değildir.

[9] Yabancı konsoloslukların önünde uzayan kuyruklar bu sınıfın bir kısmının dış göçe başladığına göstergedir; içeride kalanların bir bölümü vasıflarıyla bağlantısız işler yapmaya başlamıştır (evlerinde matematik, fizik, İngilizce dersi vermek gibi) ya da boş oturmak zorunda kalmıştır. Bu, Türkiye’nin eğitime/yetiştirme yolunda bu kişilere yaptığı milyarlarca dolarlık yatırımın boşa gitmesi demektir. Bir kısım firmalarsa yüksek vasıflı ve yüksek ücretli işgücünü tasfiye edip, yerlerini, becerisi düşük fakat ücreti de düşük işgücüyle doldurma yoluna girmiştir. Bu ise sonuçta rekabet kaybına yol açacaktır.

[10] IMF aynı politikayı ya da daha şiddetlisini 1978 krizi sonrasında Latin Amerika ülkelerine uygulattığında, sonuç tam fiyasko olmuştu. Enflasyonu durdurma gerekçesiyle para kurulu uygulatılan Arjantin’in geldiği nokta ortadadır. 1997’de patlayan Uzak Doğu krizinin tetikleyicisi de, bu ülkelerin paralarını 1992 sonrasında dolara endekslemiş olmalarıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.